Paralel Çete'yle mücadele de ilk günden bu güne..
Sözü uzatmadan portremize başlayalım.
Cumhuriyet’in ilanından bu yana ülkemiz, büyük badireler atlattı, çok çeşitli dönemeçlerden geçti. 1950'de ilk çok partili hayata geçti ve Demokrat Parti iktidarıyla halk yönetimde söz sahibi olmaya başladı. Fakat, bu süreç 1960 darbesiyle sona erdirilerek, ilk darbeyle tanışmış olduk. İlk istikrarlı ve güçlü iktidar dönemi sona ermiş oldu. Daha sonra Talat Aydemir tarafından ortaya çıkan kalkışma geldi. Sonrasında Demirel dönemleriyle yeni bir çoğunluk iktidarı oluştu ve tıpkı 1950-60 döneminde olduğu gibi ülkemiz kalkınmaya, büyümeye ve refah artışına başladı ki; 1971 muhtırası verildi. Bu dönemden sonra 1980 yılına kadar koalisyonlar, azınlık hükümetleri gibi yönetimlerle ülkemiz karmaşa yaşadı ve 1980 askeri darbesiyle son buldu. 1983'de yeni bir dönem başladı ve ta ki 28 Şubat 1997’de, bu defa da “postmodern darbe” kavramını terminolojimize sokan müdahale oldu ve akabinde ülkemiz 2001 büyük Ekonomik Kriz’ini yaşadı.
2002'de AK Parti iktidarıyla yeniden istikrarlı bir süreç başladı. Fakat bu istikrar süreci 2007'de AK Parti kapatma davasıyla sendeledi, ama düşmeyip yeniden toparlanarak sürdü. 2010 yılında Anayasa referandumu'yla çok farklı ve ciddi bir sürece girildi. Artık halk, eski halk değildi ve idarecilerine sahip çıkamayan, ürkmüş ve darbeler karşısında sessiz kalarak, sindirilmiş bir topluluk olmadığını gösterdi. 2002 de başlayan AK Parti iktidarı Tayyip Erdoğan’nın çok güçlü, karizmatik ve özgün liderliği sayesinde hayatını idame ettirerek Türkiye’nin refahını arttırarak hayatiyetini idame ettirdi.
Türkiye’nin 1960 askeri müdahelesiyle başlayan darbeler süreci, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007'de farklı ve post modern niteliğe bürünerek sürdü. Ve 17-25 Aralıkta tamamen farklı bir boyut, nitelik ve özellikle kendini gösterdi.
17-25 Aralık olayları Türkiye’nin belki de en kritik süreci niteliğini taşımaktadır. Öyle ki; 7 Şubat 2012 de Mit Müsteşarı’nın yargı tarafından ifadeye çağrılmasıyla işaret fişeği sıkıldı. Bununla da; zamanın Başbakanı Erdoğan, tehlikenin farkına varmış ve o ana dek hüsü zanla baktığı bir “cemaat, camia, grup” olan Gülen’cilerin ne kadar büyük bir tehlike ve risk olduğunu müşahede ediyordu. Çünkü Hakan Fidan ifadeye çağrıldığında Erdoğan’ın "bunlar benim kellemi istiyor” sözü tehlikenin derinliğinin ve vahametinin en büyük ifadesiydi.
7 şubat 2012 de tehlikeyi fark eden Erdoğan 30 Mart 2014 seçimleri öncesinde, artık devlet, iktidar ve millet için çok ciddi tehlike arzeden bu “cemaat ve sözüm ona dini camia” için hesaplaşma sürecini başlattı. Ve bunların en büyük ekonomik ve eleman kaynağı olan “dershaneler” olayına el atarak bunların kapatılması talimatını verdi. İşte bu adım, daha sonra patlayacak bombaların başlangıç kıvılcımı idi. Ama Erdoğan bu hesaplaşmanın ötelenemeyeceğinin farkındaydı ve aksi takdirde bu “camia” sinsi bir yılan ve kurt gibi yuvalandıkları, beslendikleri ve kendilerini koruyan kollayan, büyüten bünyeyi içten içe kemirmeye başlamış ve hatta bir süre sonra bünyeyi kanser edebilecek potansiyelde “habis bir ur” haline dönüşmüştü.
Milli Eğitim Bakanlığı’ınca dersanelerle ilgili düzenlemeler yapılırken bu “camia veya cemaat” daha sonraları “paralel yapı” olarak anılmalarına sebebiyet verecek şekilde devlet içinde devlet gibi davranarak; halkın seçtiği meşru hükümeti devirmek için, 17 Aralık’da ilk saldırısını yaptı. Bu huruç harekatı uzun zamandır toplanmış, arşivlenmiş, gizlenmiş ve saklanmış; kalleşçe ve kahpece bilgilerle, oldukça planlı bir eylem ve amacı kesinlikle devlete yönelik bir saldırıydı. Erdoğan dik durdu, etrafına dik ve diri durmalarını söyledi. (kim ne kadar dik durabildi o tartışılır) Fakat bu malum “camia veya güruhun” saldırısı henüz bitmemişti; 25 Aralık’da ikinci saldırıyı yaptılar. Amaçları hükümet üyelerini, bazı vekilleri ve bürokratları,
Başbakan’ın ailesini ve yakınlarını, -sözüm ona- oluşturdukları algı operasyonuyla ve buna verdikleri “büyük yolsuzluk operasyonu” adıyla, “yargısal bir darbeyle” bitirip, Erdoğan’a ulaşarak, adeta “Türkiye Guantanamo’su” denecek bir tutuklama süreci başlatmaktı.
Fakat Erdoğan’ın liderliğinin kriz yönetme refleksi, soğukkanlılığı ve korkusuz dirayeti kendini gösterdi. Bu süreçte, ortaya doğru-yanlış o kadar çok bilgi saçıldı ki; dezenformasyondan geçilmiyordu. “Cemaat’in” medya organları kin kusuyor, hükümet ve Erdoğan husumetinde sınır tanımıyorlardı.
O zamana dek; bir araya gelmesi mümkün olmayan kişi ve gruplar ittifak halinde saldırıyorlardı. Akla ziyan birliktelikler kurulduğuna şahit oldukça; en solcuyla en “dindar”ın ittifakını gördükçe, solcunun solculuğundan “dindar”ın dindarlığından eser kalmamış ve “hainler, riyakarlar, takiyyeciler, ülke düşmanları” kendilerini Erdoğan karşıtlığı ve nefretiyle, Türkiye aleyhtarı beraberliğe bürünmüşlerdi.
Bu defa darbe, çok ciddiydi ve maalesef bünyeden çıkan “paralel bir yapı” tarafından yapılıyordu. Hal böyle olunca, dostlar; düşman, muhalif ve hain bir şekilde hareket ediyordu. Bu durum ülkede yaşanan ne bir askeri darbeye, ne de postmodern müdaheleye benziyordu. Çünkü devlet ve hükümet, “… bünyeye giren kurdu fark etmemiş…. can damarını koparan kanını içen en büyük hasmını dost zannetmişti”, bu döneme kadar basiret gözü adeta körleşmişti. Bu açıdan pusuda bekleyen bulanık hava “çakalları” hemen ortaya çıkmış, “leş kargaları” üşüşmüş, içte ve dıştaki Türkiye düşmanı şer odaklarının hepsi ittifaken; adeta bir “haçlı zihniyetiyle” saldırmışlardı. Tüm bu niteliklerinden dolayı da bu darbe, öncekilerin hiçbirine benzemiyordu, çok daha tehlikeli ve karanlık idi.
Peki bu süreçte biz ne yaptık, kim ne yaptı….?
Bu süreç kişi, kurum ve kuruluşlar açısından tam bir turnusol kağıdı gibiydi. Pek çok kişi, vekil ve hatta bakan sessiz kalarak, bu “paralel yapı darbesine” rıza gösterdiler. Tehlike rüzgarları eserken sindiler, saklandılar ve suskun kaldılar. Tayyip Erdoğan, adeta tek başına bir mücadele içinde gibiydi. Destek olması, yardım etmesi dik ve diri durması gereken konum ve yetkide olanlar, tırsık bir kişilik zafiyeti içinde beklediler. Hz. İbrahim’in ateşine su götüren karınca misali, “hiç olmazsa safım belli olsun” dirayet ve yiğitliğini sergileyemediler. Erdoğan’ı yalnız bıraktılar. Sanıyorum ki tüm bu süreçlerde ve halen, Tayyip Erdoğan için en acı ve onun canını acıtan da; tam olarak bu tırsık ve silik karakterlerin korkakça sinmişlikleri olmuştur. Zalimin zulmü değil de, yoldaş dediklerinin bu duyarsız ve korkaklığı onun canını acıtmıştır.
Ama; dost, düşman, zavallı, kalleş gibiler genelde sıkıntı, tehlike ve kriz anlarında belli olur. Cesur, korkak ve riyakar “savaş” zamanı kendini belli eder. Mert'le namert düşman saldırısında ortaya çıkar. Vatanseverle, hain ancak bir mücadelede tebarüz eder.
Ve maalesef bizde de böyle oldu. Kimin kalitesi, kalibresi kaç kuruş eder, hangi “gavur parasıyla” on para etmeyeceği, her şey gün yüzüne çıktı. Bugüne dek imani, İslami ve manevi hassasiyeti olduğunu iddia edenlerin, nasıl hain bir “paralel yapı” oluşturup ihanete başladıkları belli oldu. Kendini adam sınıfına koyup “paralel ihanet” karşısında sessiz kalanlar iyot gibi ortaya çıktı. Maskeler düştü, asıl yüzler göründü, hainlerin nasıl maskelerle bizleri kandırdıklarını şaşkınlıkla, dehşetle ve içimiz yanarak hepimiz gördük, gözledik. Hainlerin ihanetine sessiz kalanları dramatik şekilde müşahede ettik. İhanet edenden ziyade, buna sessiz kalanların hıyaneti inanın çok daha fazla yaraladı hepimizi, herkesi. Ama onlara; Gırnata şehrini savaşmadan düşmana teslim eden, Vali Ebu Abdullah’a annesinin dediği “erkekler gibi savaşmadın şimdi kadınlar gibi ağla” sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim.
Biz ise; daha 17 Aralık gününden itibaren Tayyip Erdoğan’ın ve dolayısıyla da Ülkemizin yanında olduk. Erdoğan’a “paralel ihanet çetesinin” saldırısında yanındayız dedik. Söylemlerimizle, yazdıklarımızla, dilimizin döndüğünce seninleyiz dedik. Hadisi şerifi düşündük; “bir kötülük görünce elinizle düzeltin, olmazsa dilinizle, olmazsa kalbinizle buğz edin” sırrınca hareket etmeye çalıştık. Çünkü bizim vatan bilincimiz bunu gerektiriyordu, bizim inancımız, imanımız bunu yapmamızı emrediyordu. Ogünhaber'de, daha Aralık ayında, olayların ilk gününden itibaren yazmaya başladık ve bunların bertaraf edilmesi gerektiğini, bu saldırının “yolsuzluk operasyonu” olmadığını, devletin ve hükümetin hedef alındığını, Erdoğan’ın kellesinin istendiğini söyledik, yazdık, anlattık. Bu mücadelede net bir şekilde devletimizin ve Başbakan’ımızın yanında olduğumuzu her şekilde gösterdik ve bunu devam ettirdik ve hala da aynı noktadayız. Bu makaleyi okuduğunuz “bir portre” köşesindeki yazdıklarıma, o günlerden beri bakarsanız tavrımızı, ne kadar net ve korkusuzca ortaya koyduğumuzu göreceksiniz.
Tehditler geldi tınmadık, şantajlar geldi takmadık, gözdağı verildi umursamadık ve bu “paralel yapı haşhaşileri” bilsinler ki asla da korkmadan, çekinmeden, geri adım atmaksızın; bu dik duruş ve mücadelemize devam edeceğiz. İnandığımız yoldan bizi kimse çeviremez. Çünkü bu devletin ekmeğini yiyip, suyunu içip, bu devlete ihanet edenlere asla sessiz kalmadık ve kalmayacağız.
Biz, o kritik süreçte suskun olanlara, sessiz kalanlara her yazımızda uyarı yaptık; “bu süreç geçecektir, kadim devlet geleneği olan bu coğrafyada bu paralel saldırılar başarıya ulaşamayacaktır. Zulme ve ihanete sessiz kalmayın” dedik, ama fırtına zamanı kimse duymak istemedi, dinlemek ve okumak istemedi. Hatta yazılarımızı, uyarılarımızı okusalar da, -nerdeyse- bizi yazdıklarımız için eleştirme densizliğine büründüler.
Neler dedik o süreçte…?
“Paralel yapı”nın bu “yargı darbesi” tersyüz edilecektir. Hakimler cuntasına hesap sorulacaktır. Gün gelecek bu dönemin kudretli hakimleri, savcıları ihanetlerinin hesabını yine başka bir hakime vermek zorunda kalacaklardır.
Devletin kendine tevdi ettiği görevde, bağımsızlık ilkesiyle hareket etmesi gereken, adalet dağıtmak üzere verilen yetkiyi kötüye kullananlardan hesap sorulacaktır dedik…
Devletin silah verip, asayişi temin için güvenlik kuvveti yaptığı kişilere yaptıkları ihanetin bedeli ödenecektir dedik. Polise, kanuni görevinin haricinde illegal iş yapmanın bedeli ödenecektir dedik.
Kamu bürokrasisinde üst düzey görevlilerin devlet yerine, kendi aidiyet içinde oldukları grup, yani “paralel çete” için çalışmalarının bedeli sorulacaktır dedik…
“Paralel yapıya” ister gönüllü ister yalakalık içinde, ekonomik ve mali destek olan kişi ve şirketlere bunların hesabı sorulacaktır, sessiz kalmayın, size şantaj yapılıyorsa da devlet arkanızdadır, susmayın konuşun dedik…
Haine destek olursanız, bugün devletine ihanet eden “paralel çete” yarın sizi de yok edecektir, bunu unutmayın, aklınızı başınıza alın dedik…
Daha neler dedik neler…
Onlarca yazı yazdık, bulunduğumuz her ortamda konuştuk, anlattık. Özellikle, puslu havada, “at izi, it izine karışmışken” yönümüzü hiç kaybetmedik, gözümüzü güneşe kapatan, başını kuma sokan, aptallık içinde hiç olmadık, devletimizin, hükümetimizin ve Tayyip Erdoğan’ın yanında olduk…
Bu yazımla sizlere bu son ihanet sürecini özetlemek isterken, eski yazılara da yeniden baktım ve şükrettim Rabbime… Hamd olsun dedim… Beni inandığım yolda çizgimi bozmadan yürüttüğün için hamdolsun sana Allah'ım dedim…
Bunu derken Nazım Hikmet’ten bir kesit geldi aklıma:
“Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği, elimi sıkarken sapladığı bıçak. Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman. Geçtim putların ormanından baltalayarak ne de kolay yıkılıyorlardı. Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri, çoğu katkısız çıktı çok şükür. Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı, ne böylesine hür. “
Peki şimdi hangi noktadayız….?
Yargıda hesap sormalar başladı, HSYK “paralel yapı” tahakkümünden kurtuldu, ihanet yargıçlarına hesap verme süreci başlatıldı ve sonuna dek sürecek…Şimdiden 17-25 Aralık ihanet sürecinin yargı mensupları, MİT Tırlarını durdurup arayan savcı ve hakimler, usulsüz dinleme hakim ve savcıları meslekten ihraç edilerek Yargıtay’da yargılanmaya başladılar. Çok yakında çok sayıda hakim ve savcının emekliye sevki ve bazı elebaşlarının da ettikleri ihanetin karşılığı yargılanmaları başlayacaktır.
Güvenlik teşkilatımız emniyette çok ciddi sorgulama, tutuklama ve ihanetin bedeli sorulmaya başlandı. Pek çok emniyetçi sorgulanıyor, muhakeme ediliyor ve edilecek. 1776 tane müdür ve amir emekliye sevkedildi ve dahası var ve gelecek…
Allah namına, Allah adına, Allah rızasına diyerek yetim hakkı yiyerek, memurluk sınavlarında hırsızlık yapan, “haramzadeler”e hesap sorulmaya başladı, daha da sorulacak…
Kamu bürokrasisinde temizlik başladı ve en ücra noktalara kadar gidilecek. TSK’da 1000’den fazla ihbar adli ve idari olarak incelenip soruşturulmaya başlandı ve orduda da çok ciddi tasfiyelerin olacağı günler çok yakındır…
İç ve dış düşmanlara Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve hükümetiyle güçü ve kuvveti gösterildi ve eskisi gibi hükmedilemeyeceği fark ettirildi daha da fark edecekler…
Susanlar konuşmaya başladı, saklananlar ortaya çıkmaya başladı, iş çevresinde “paralel yapı”ya esir olanlar konuşmaya başladı… Ama nafile…
Beyler zamanında konuşacaktınız ve konuşmalıydınız. Geçti artık geçti, hepinizin şapkası düştü kel göründü…
Sevgili dostlar, sevgili okurlarım…
Allahın izni ve inayetiyle çok büyük bir imtihandan başarıyla geçtiğimize inanıyorum. Allah inancımızın gereği şeklinde, kendisinden başkasına kulluk ettirmesin, bizlere yürüdüğümüz yolda sapmalar, kırılmalar yaşatmasın. Allah bizleri saldırılar karşısında doğru yolda yürümekten alıkoymasın.
Uğrunda ölüm bile olsa inandığı yolda yürüyebilenlerden eylesin.
Çünkü “ölümden öte köy yoktur” ve insan bir kere ölecektir.
Bu süreçle alakalı hemen herkese sözüm şudur;
Beyler, Bayanlar: “Zilletle yaşamaktansa izzetle ölmek evladır”
Ve Sayın Cumhurbaşkanıma da; ülkemiz, milletimiz, tarihimiz, şanımız, şerefimiz için, yürüdüğü bu kutsi ve milli yolda, her zamanki muhabbetim, sevgim ve bağlılığımla, Liverpool taraftarının meşhur şarkısındaki gibi seslenmek istiyorum;
“You’ll Never Walk Alone”
“Asla yalnız Yürümeyeceksin!
Evet sevgili Ogün okurları şimdi sakın bana tarafsın demeyin bunu kabul etmem. Ben gerektiğinde MHP Genel Başkanını Sayın Bahçeli’yi de Portreme taşıdım metihlerle, gerekse 9.Cumhur Başkanı Süleyman Demirel’i , Rahmetli Başbuğ Türkeş’i, adam gibi adam Muhsin Yazıcıoğlu’nu Karaoğlan Ecevit’i, Sayın Erbakan’ı onlarıda Rahmetle anıyorum. Sayın Demirel’de şifalar diliyorum. Hatalar yanlışlar tartışılır ama biliyorum ki hepsi "Ülkem" için çalıştılar. Sağ yada Sol bir çok siyasetçi devlet adamını Portre'de konuk ettim. Taraf kişi bunu yapmaz bana taraf diyen dönüp 8 yıldır yazdığım yazıları okusun. Şimdi tarafım doğru Ülkemin tarafıyım, Sayın Erdoğan benim 30 yıllık dostum olduğu için değil
"Paralel Terör Örgütü" ile şu an ondan ve devamı Sayın Davutuoğlu’ndan başka mücadele edecek baba yiğit göremediğim için tarafım.
Sayın Cumhur Başkanımızı kıramayıp bu örgüt ile ilgili bazı çalışmaların göbeğinde bulup kendimi Paralel'in tüm oyunlarını gördüğüm için ise Ölümüne tarafım şimdi , tehditlerine de sadece gülüyorum. Sonuçta ölüm Allah’ın emri değil mi? Gerisi sadece yalan, ömrümüz yettiğince hizmet edebilelim gelecek nesillere, yeter bu da bize. Allah’tan başka hiçbir şey korkutamaz beni tıpkı Sayın Cumhur Başkan’ımız Erdoğan gibi…
Haftaya yeni Bir Portre'de buluşmak ümidi ile sağlıcakla kalın sevgili okurlarım.
Cumhuriyet’in ilanından bu yana ülkemiz, büyük badireler atlattı, çok çeşitli dönemeçlerden geçti. 1950'de ilk çok partili hayata geçti ve Demokrat Parti iktidarıyla halk yönetimde söz sahibi olmaya başladı. Fakat, bu süreç 1960 darbesiyle sona erdirilerek, ilk darbeyle tanışmış olduk. İlk istikrarlı ve güçlü iktidar dönemi sona ermiş oldu. Daha sonra Talat Aydemir tarafından ortaya çıkan kalkışma geldi. Sonrasında Demirel dönemleriyle yeni bir çoğunluk iktidarı oluştu ve tıpkı 1950-60 döneminde olduğu gibi ülkemiz kalkınmaya, büyümeye ve refah artışına başladı ki; 1971 muhtırası verildi. Bu dönemden sonra 1980 yılına kadar koalisyonlar, azınlık hükümetleri gibi yönetimlerle ülkemiz karmaşa yaşadı ve 1980 askeri darbesiyle son buldu. 1983'de yeni bir dönem başladı ve ta ki 28 Şubat 1997’de, bu defa da “postmodern darbe” kavramını terminolojimize sokan müdahale oldu ve akabinde ülkemiz 2001 büyük Ekonomik Kriz’ini yaşadı.
2002'de AK Parti iktidarıyla yeniden istikrarlı bir süreç başladı. Fakat bu istikrar süreci 2007'de AK Parti kapatma davasıyla sendeledi, ama düşmeyip yeniden toparlanarak sürdü. 2010 yılında Anayasa referandumu'yla çok farklı ve ciddi bir sürece girildi. Artık halk, eski halk değildi ve idarecilerine sahip çıkamayan, ürkmüş ve darbeler karşısında sessiz kalarak, sindirilmiş bir topluluk olmadığını gösterdi. 2002 de başlayan AK Parti iktidarı Tayyip Erdoğan’nın çok güçlü, karizmatik ve özgün liderliği sayesinde hayatını idame ettirerek Türkiye’nin refahını arttırarak hayatiyetini idame ettirdi.
Türkiye’nin 1960 askeri müdahelesiyle başlayan darbeler süreci, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007'de farklı ve post modern niteliğe bürünerek sürdü. Ve 17-25 Aralıkta tamamen farklı bir boyut, nitelik ve özellikle kendini gösterdi.
17-25 Aralık olayları Türkiye’nin belki de en kritik süreci niteliğini taşımaktadır. Öyle ki; 7 Şubat 2012 de Mit Müsteşarı’nın yargı tarafından ifadeye çağrılmasıyla işaret fişeği sıkıldı. Bununla da; zamanın Başbakanı Erdoğan, tehlikenin farkına varmış ve o ana dek hüsü zanla baktığı bir “cemaat, camia, grup” olan Gülen’cilerin ne kadar büyük bir tehlike ve risk olduğunu müşahede ediyordu. Çünkü Hakan Fidan ifadeye çağrıldığında Erdoğan’ın "bunlar benim kellemi istiyor” sözü tehlikenin derinliğinin ve vahametinin en büyük ifadesiydi.
7 şubat 2012 de tehlikeyi fark eden Erdoğan 30 Mart 2014 seçimleri öncesinde, artık devlet, iktidar ve millet için çok ciddi tehlike arzeden bu “cemaat ve sözüm ona dini camia” için hesaplaşma sürecini başlattı. Ve bunların en büyük ekonomik ve eleman kaynağı olan “dershaneler” olayına el atarak bunların kapatılması talimatını verdi. İşte bu adım, daha sonra patlayacak bombaların başlangıç kıvılcımı idi. Ama Erdoğan bu hesaplaşmanın ötelenemeyeceğinin farkındaydı ve aksi takdirde bu “camia” sinsi bir yılan ve kurt gibi yuvalandıkları, beslendikleri ve kendilerini koruyan kollayan, büyüten bünyeyi içten içe kemirmeye başlamış ve hatta bir süre sonra bünyeyi kanser edebilecek potansiyelde “habis bir ur” haline dönüşmüştü.
Milli Eğitim Bakanlığı’ınca dersanelerle ilgili düzenlemeler yapılırken bu “camia veya cemaat” daha sonraları “paralel yapı” olarak anılmalarına sebebiyet verecek şekilde devlet içinde devlet gibi davranarak; halkın seçtiği meşru hükümeti devirmek için, 17 Aralık’da ilk saldırısını yaptı. Bu huruç harekatı uzun zamandır toplanmış, arşivlenmiş, gizlenmiş ve saklanmış; kalleşçe ve kahpece bilgilerle, oldukça planlı bir eylem ve amacı kesinlikle devlete yönelik bir saldırıydı. Erdoğan dik durdu, etrafına dik ve diri durmalarını söyledi. (kim ne kadar dik durabildi o tartışılır) Fakat bu malum “camia veya güruhun” saldırısı henüz bitmemişti; 25 Aralık’da ikinci saldırıyı yaptılar. Amaçları hükümet üyelerini, bazı vekilleri ve bürokratları,
Başbakan’ın ailesini ve yakınlarını, -sözüm ona- oluşturdukları algı operasyonuyla ve buna verdikleri “büyük yolsuzluk operasyonu” adıyla, “yargısal bir darbeyle” bitirip, Erdoğan’a ulaşarak, adeta “Türkiye Guantanamo’su” denecek bir tutuklama süreci başlatmaktı.
Fakat Erdoğan’ın liderliğinin kriz yönetme refleksi, soğukkanlılığı ve korkusuz dirayeti kendini gösterdi. Bu süreçte, ortaya doğru-yanlış o kadar çok bilgi saçıldı ki; dezenformasyondan geçilmiyordu. “Cemaat’in” medya organları kin kusuyor, hükümet ve Erdoğan husumetinde sınır tanımıyorlardı.
O zamana dek; bir araya gelmesi mümkün olmayan kişi ve gruplar ittifak halinde saldırıyorlardı. Akla ziyan birliktelikler kurulduğuna şahit oldukça; en solcuyla en “dindar”ın ittifakını gördükçe, solcunun solculuğundan “dindar”ın dindarlığından eser kalmamış ve “hainler, riyakarlar, takiyyeciler, ülke düşmanları” kendilerini Erdoğan karşıtlığı ve nefretiyle, Türkiye aleyhtarı beraberliğe bürünmüşlerdi.
Bu defa darbe, çok ciddiydi ve maalesef bünyeden çıkan “paralel bir yapı” tarafından yapılıyordu. Hal böyle olunca, dostlar; düşman, muhalif ve hain bir şekilde hareket ediyordu. Bu durum ülkede yaşanan ne bir askeri darbeye, ne de postmodern müdaheleye benziyordu. Çünkü devlet ve hükümet, “… bünyeye giren kurdu fark etmemiş…. can damarını koparan kanını içen en büyük hasmını dost zannetmişti”, bu döneme kadar basiret gözü adeta körleşmişti. Bu açıdan pusuda bekleyen bulanık hava “çakalları” hemen ortaya çıkmış, “leş kargaları” üşüşmüş, içte ve dıştaki Türkiye düşmanı şer odaklarının hepsi ittifaken; adeta bir “haçlı zihniyetiyle” saldırmışlardı. Tüm bu niteliklerinden dolayı da bu darbe, öncekilerin hiçbirine benzemiyordu, çok daha tehlikeli ve karanlık idi.
Peki bu süreçte biz ne yaptık, kim ne yaptı….?
Bu süreç kişi, kurum ve kuruluşlar açısından tam bir turnusol kağıdı gibiydi. Pek çok kişi, vekil ve hatta bakan sessiz kalarak, bu “paralel yapı darbesine” rıza gösterdiler. Tehlike rüzgarları eserken sindiler, saklandılar ve suskun kaldılar. Tayyip Erdoğan, adeta tek başına bir mücadele içinde gibiydi. Destek olması, yardım etmesi dik ve diri durması gereken konum ve yetkide olanlar, tırsık bir kişilik zafiyeti içinde beklediler. Hz. İbrahim’in ateşine su götüren karınca misali, “hiç olmazsa safım belli olsun” dirayet ve yiğitliğini sergileyemediler. Erdoğan’ı yalnız bıraktılar. Sanıyorum ki tüm bu süreçlerde ve halen, Tayyip Erdoğan için en acı ve onun canını acıtan da; tam olarak bu tırsık ve silik karakterlerin korkakça sinmişlikleri olmuştur. Zalimin zulmü değil de, yoldaş dediklerinin bu duyarsız ve korkaklığı onun canını acıtmıştır.
Ama; dost, düşman, zavallı, kalleş gibiler genelde sıkıntı, tehlike ve kriz anlarında belli olur. Cesur, korkak ve riyakar “savaş” zamanı kendini belli eder. Mert'le namert düşman saldırısında ortaya çıkar. Vatanseverle, hain ancak bir mücadelede tebarüz eder.
Ve maalesef bizde de böyle oldu. Kimin kalitesi, kalibresi kaç kuruş eder, hangi “gavur parasıyla” on para etmeyeceği, her şey gün yüzüne çıktı. Bugüne dek imani, İslami ve manevi hassasiyeti olduğunu iddia edenlerin, nasıl hain bir “paralel yapı” oluşturup ihanete başladıkları belli oldu. Kendini adam sınıfına koyup “paralel ihanet” karşısında sessiz kalanlar iyot gibi ortaya çıktı. Maskeler düştü, asıl yüzler göründü, hainlerin nasıl maskelerle bizleri kandırdıklarını şaşkınlıkla, dehşetle ve içimiz yanarak hepimiz gördük, gözledik. Hainlerin ihanetine sessiz kalanları dramatik şekilde müşahede ettik. İhanet edenden ziyade, buna sessiz kalanların hıyaneti inanın çok daha fazla yaraladı hepimizi, herkesi. Ama onlara; Gırnata şehrini savaşmadan düşmana teslim eden, Vali Ebu Abdullah’a annesinin dediği “erkekler gibi savaşmadın şimdi kadınlar gibi ağla” sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim.
Biz ise; daha 17 Aralık gününden itibaren Tayyip Erdoğan’ın ve dolayısıyla da Ülkemizin yanında olduk. Erdoğan’a “paralel ihanet çetesinin” saldırısında yanındayız dedik. Söylemlerimizle, yazdıklarımızla, dilimizin döndüğünce seninleyiz dedik. Hadisi şerifi düşündük; “bir kötülük görünce elinizle düzeltin, olmazsa dilinizle, olmazsa kalbinizle buğz edin” sırrınca hareket etmeye çalıştık. Çünkü bizim vatan bilincimiz bunu gerektiriyordu, bizim inancımız, imanımız bunu yapmamızı emrediyordu. Ogünhaber'de, daha Aralık ayında, olayların ilk gününden itibaren yazmaya başladık ve bunların bertaraf edilmesi gerektiğini, bu saldırının “yolsuzluk operasyonu” olmadığını, devletin ve hükümetin hedef alındığını, Erdoğan’ın kellesinin istendiğini söyledik, yazdık, anlattık. Bu mücadelede net bir şekilde devletimizin ve Başbakan’ımızın yanında olduğumuzu her şekilde gösterdik ve bunu devam ettirdik ve hala da aynı noktadayız. Bu makaleyi okuduğunuz “bir portre” köşesindeki yazdıklarıma, o günlerden beri bakarsanız tavrımızı, ne kadar net ve korkusuzca ortaya koyduğumuzu göreceksiniz.
Tehditler geldi tınmadık, şantajlar geldi takmadık, gözdağı verildi umursamadık ve bu “paralel yapı haşhaşileri” bilsinler ki asla da korkmadan, çekinmeden, geri adım atmaksızın; bu dik duruş ve mücadelemize devam edeceğiz. İnandığımız yoldan bizi kimse çeviremez. Çünkü bu devletin ekmeğini yiyip, suyunu içip, bu devlete ihanet edenlere asla sessiz kalmadık ve kalmayacağız.
Biz, o kritik süreçte suskun olanlara, sessiz kalanlara her yazımızda uyarı yaptık; “bu süreç geçecektir, kadim devlet geleneği olan bu coğrafyada bu paralel saldırılar başarıya ulaşamayacaktır. Zulme ve ihanete sessiz kalmayın” dedik, ama fırtına zamanı kimse duymak istemedi, dinlemek ve okumak istemedi. Hatta yazılarımızı, uyarılarımızı okusalar da, -nerdeyse- bizi yazdıklarımız için eleştirme densizliğine büründüler.
Neler dedik o süreçte…?
“Paralel yapı”nın bu “yargı darbesi” tersyüz edilecektir. Hakimler cuntasına hesap sorulacaktır. Gün gelecek bu dönemin kudretli hakimleri, savcıları ihanetlerinin hesabını yine başka bir hakime vermek zorunda kalacaklardır.
Devletin kendine tevdi ettiği görevde, bağımsızlık ilkesiyle hareket etmesi gereken, adalet dağıtmak üzere verilen yetkiyi kötüye kullananlardan hesap sorulacaktır dedik…
Devletin silah verip, asayişi temin için güvenlik kuvveti yaptığı kişilere yaptıkları ihanetin bedeli ödenecektir dedik. Polise, kanuni görevinin haricinde illegal iş yapmanın bedeli ödenecektir dedik.
Kamu bürokrasisinde üst düzey görevlilerin devlet yerine, kendi aidiyet içinde oldukları grup, yani “paralel çete” için çalışmalarının bedeli sorulacaktır dedik…
“Paralel yapıya” ister gönüllü ister yalakalık içinde, ekonomik ve mali destek olan kişi ve şirketlere bunların hesabı sorulacaktır, sessiz kalmayın, size şantaj yapılıyorsa da devlet arkanızdadır, susmayın konuşun dedik…
Haine destek olursanız, bugün devletine ihanet eden “paralel çete” yarın sizi de yok edecektir, bunu unutmayın, aklınızı başınıza alın dedik…
Daha neler dedik neler…
Onlarca yazı yazdık, bulunduğumuz her ortamda konuştuk, anlattık. Özellikle, puslu havada, “at izi, it izine karışmışken” yönümüzü hiç kaybetmedik, gözümüzü güneşe kapatan, başını kuma sokan, aptallık içinde hiç olmadık, devletimizin, hükümetimizin ve Tayyip Erdoğan’ın yanında olduk…
Bu yazımla sizlere bu son ihanet sürecini özetlemek isterken, eski yazılara da yeniden baktım ve şükrettim Rabbime… Hamd olsun dedim… Beni inandığım yolda çizgimi bozmadan yürüttüğün için hamdolsun sana Allah'ım dedim…
Bunu derken Nazım Hikmet’ten bir kesit geldi aklıma:
“Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği, elimi sıkarken sapladığı bıçak. Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman. Geçtim putların ormanından baltalayarak ne de kolay yıkılıyorlardı. Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri, çoğu katkısız çıktı çok şükür. Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı, ne böylesine hür. “
Peki şimdi hangi noktadayız….?
Yargıda hesap sormalar başladı, HSYK “paralel yapı” tahakkümünden kurtuldu, ihanet yargıçlarına hesap verme süreci başlatıldı ve sonuna dek sürecek…Şimdiden 17-25 Aralık ihanet sürecinin yargı mensupları, MİT Tırlarını durdurup arayan savcı ve hakimler, usulsüz dinleme hakim ve savcıları meslekten ihraç edilerek Yargıtay’da yargılanmaya başladılar. Çok yakında çok sayıda hakim ve savcının emekliye sevki ve bazı elebaşlarının da ettikleri ihanetin karşılığı yargılanmaları başlayacaktır.
Güvenlik teşkilatımız emniyette çok ciddi sorgulama, tutuklama ve ihanetin bedeli sorulmaya başlandı. Pek çok emniyetçi sorgulanıyor, muhakeme ediliyor ve edilecek. 1776 tane müdür ve amir emekliye sevkedildi ve dahası var ve gelecek…
Allah namına, Allah adına, Allah rızasına diyerek yetim hakkı yiyerek, memurluk sınavlarında hırsızlık yapan, “haramzadeler”e hesap sorulmaya başladı, daha da sorulacak…
Kamu bürokrasisinde temizlik başladı ve en ücra noktalara kadar gidilecek. TSK’da 1000’den fazla ihbar adli ve idari olarak incelenip soruşturulmaya başlandı ve orduda da çok ciddi tasfiyelerin olacağı günler çok yakındır…
İç ve dış düşmanlara Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve hükümetiyle güçü ve kuvveti gösterildi ve eskisi gibi hükmedilemeyeceği fark ettirildi daha da fark edecekler…
Susanlar konuşmaya başladı, saklananlar ortaya çıkmaya başladı, iş çevresinde “paralel yapı”ya esir olanlar konuşmaya başladı… Ama nafile…
Beyler zamanında konuşacaktınız ve konuşmalıydınız. Geçti artık geçti, hepinizin şapkası düştü kel göründü…
Sevgili dostlar, sevgili okurlarım…
Allahın izni ve inayetiyle çok büyük bir imtihandan başarıyla geçtiğimize inanıyorum. Allah inancımızın gereği şeklinde, kendisinden başkasına kulluk ettirmesin, bizlere yürüdüğümüz yolda sapmalar, kırılmalar yaşatmasın. Allah bizleri saldırılar karşısında doğru yolda yürümekten alıkoymasın.
Uğrunda ölüm bile olsa inandığı yolda yürüyebilenlerden eylesin.
Çünkü “ölümden öte köy yoktur” ve insan bir kere ölecektir.
Bu süreçle alakalı hemen herkese sözüm şudur;
Beyler, Bayanlar: “Zilletle yaşamaktansa izzetle ölmek evladır”
Ve Sayın Cumhurbaşkanıma da; ülkemiz, milletimiz, tarihimiz, şanımız, şerefimiz için, yürüdüğü bu kutsi ve milli yolda, her zamanki muhabbetim, sevgim ve bağlılığımla, Liverpool taraftarının meşhur şarkısındaki gibi seslenmek istiyorum;
“You’ll Never Walk Alone”
“Asla yalnız Yürümeyeceksin!
Evet sevgili Ogün okurları şimdi sakın bana tarafsın demeyin bunu kabul etmem. Ben gerektiğinde MHP Genel Başkanını Sayın Bahçeli’yi de Portreme taşıdım metihlerle, gerekse 9.Cumhur Başkanı Süleyman Demirel’i , Rahmetli Başbuğ Türkeş’i, adam gibi adam Muhsin Yazıcıoğlu’nu Karaoğlan Ecevit’i, Sayın Erbakan’ı onlarıda Rahmetle anıyorum. Sayın Demirel’de şifalar diliyorum. Hatalar yanlışlar tartışılır ama biliyorum ki hepsi "Ülkem" için çalıştılar. Sağ yada Sol bir çok siyasetçi devlet adamını Portre'de konuk ettim. Taraf kişi bunu yapmaz bana taraf diyen dönüp 8 yıldır yazdığım yazıları okusun. Şimdi tarafım doğru Ülkemin tarafıyım, Sayın Erdoğan benim 30 yıllık dostum olduğu için değil
"Paralel Terör Örgütü" ile şu an ondan ve devamı Sayın Davutuoğlu’ndan başka mücadele edecek baba yiğit göremediğim için tarafım.
Sayın Cumhur Başkanımızı kıramayıp bu örgüt ile ilgili bazı çalışmaların göbeğinde bulup kendimi Paralel'in tüm oyunlarını gördüğüm için ise Ölümüne tarafım şimdi , tehditlerine de sadece gülüyorum. Sonuçta ölüm Allah’ın emri değil mi? Gerisi sadece yalan, ömrümüz yettiğince hizmet edebilelim gelecek nesillere, yeter bu da bize. Allah’tan başka hiçbir şey korkutamaz beni tıpkı Sayın Cumhur Başkan’ımız Erdoğan gibi…
Haftaya yeni Bir Portre'de buluşmak ümidi ile sağlıcakla kalın sevgili okurlarım.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.