Küfür dili siyasete ne kazandırır veya neyi kaybettirir?
"Sürtük" siyaseti, iktidarın-Ak Parti'nin olmayan paradigmasının iflasıdır.
Başka bir açıdan ise "İçi başka der, dili başka söyler" siyasetinin tutarlılığa (!) kavuşmasıdır.
Evet, kavram galiz-kötü ve hicap verici,
Ama gerçek düşüncelerin, gizli niyet-konsept ve inanışın ortaya çıkması bakımından; acı ve dramatik de olsa, olumlu bir durum…
Edinilen güç ve o gücün kaybedilme riski maskeleri düşürüyor.
Düşünün,
Bir yandan, bahse konu caminin müezzininin "öyle bir şey olmadı" beyanına rağmen, istihza ve iğrenti içinde dile getirilen "bunlar camide bira içtiler" söylemli mukaddesatçılık-kutsalcılık iddiası,
Öte yandan, vatancılık-bekacılık-milliyetçilik referanslı, terör ve Türkiye düşmanlarıyla mücadele söylemli millilik ideali,
Diğer yandan ve her şeye ama her şeye rağmen kan kaybedişi önleyemeyen siyasetin, "sürtük" kavramını kullanabileceği kadar bayağılaşan bir dil ve üslup!..
Hangisi gerçek, sahici ve samimi?
Galiba gerçek ve sahici olan, şuan ki dil-üslup ve jargon…
"Ben hep bu idim, böyleydim, şuanda söylediklerim bugüne kadar söyleyemediklerimdi" itirafıdır.
Sıkıntılı, zorlu ve olağanüstü anlar turnusol kağıdı gibidir.
Kimin ne olduğu,
Nasıl davrandığı,
İçinden geçenler,
Ve o ana dek, söylem ve eyleminde ne kadar samimi olup olmadığı, bu olağanüstü anlarda ortaya çıkar.
"Sürtük" söylem ve siyaseti de, aslında var olan ama yokmuş gibi sandırılan veya sandırılmaya çalışılan bir "giz ve gizliliği" aşikare hale getirmiştir.
Bu söylemin spontane ve "ağızdan kaçıveren" bir kelam olduğunu düşünmek safdillik olsa gerek!
Velev ki, öyle bile olsa,
Olmayan bir şey ağızdan kaçmaz, ağızdan kaçan bir şeyse sürçü lisan değildir.
Bu neyi getirir?
Veya ne kazandırır?
Yahut da siyaseten pirim yapar mı?
Evet, eskiden olsa,
Mesela 10-15-20 yıl önce olsa kazandırabilir veya pirim yapabilirdi.
Ki, farklı şekil-boyut ve kavramlarla bir ölçüde yapmıştı da…
Ama köprünün altından çok sular geçti,
İnsanlar değişti,
Kendi mahallesinde bile farklılaştı,
Hatta aile içinde bile farklı sesler-görüşler-yaklaşımlar oluştu.
Bu nedenle de,
"Sürtük siyaseti", yapanın siyasetini daha minimize, daha çekirdekleşmiş ve daha marjinalize etmekten öteye geçemez.
Üstüne üstlük, memnuniyetsizleşmiş, kararsızlaşmış ve küsmüş olup da arafta olan kitlelerin karşı mahalleye yakınlaşmasını hızlandıracaktır.
Çünkü bir siyasetçi,
Hem de, hep iktidar ve muktedir bir siyasetçi,
20 yılın sonunda bu söylemi bir siyaset aracı olarak kullanılıyorsa, siyasetin ana olgusu olan insanın, refleks ve düşüncesinde oluşan ve oluşması kaçınılmaz olan değişimi göremiyor-algılayamıyor ve pas geçiyor demektir.
Bu ise zamanın ruhuna ve değişen zemine körleşmeden başka bir şey değildir.
Bu yaklaşım, bir siyasetçi için acziyet izharı ve engellenemeyen kaybedişin hırçınlığının dile vurduğu zor ve artık iyice zorlandığı anlardır.
Hele de sürekli kazanmaya alışan ve iktidar olmayı rutinleştiren birileri için tam bir panik anlarıdır.
Panik insanı agresifleştirir,
Bu ise hata yaptırır.
Hata kontrolü kaybettirir,
Kontrolü kaybetmekse, her şeyi kaybettirir!
***
"Birkaç İyi Adam" ismiyle Türkçe'ye çevrilen bir film izlemiştim.
"Zaman, Küba-Amerika düşmanlığının cafcaflı dönemi…
Amerika'nın sınır koruma birliğinde bir asker yatağında ölü bulunur.
Tabi, alavere-dalavere, konu örtbas edilir ve kapatılır.
Ama yine de, bir soruşturma açılır.
Belki de prosedürü tamamlamak için…
Genç bir askeri avukat, ölen askerin savunmasını alır.
Uzatmayayım,
Avukat her adımında engellenir ve mutlaka karşısına bir mani çıkar.
Daha doğrusu çıkartılır…
Neden?
Çünkü olay, sınır birliğinin kelli felli komutanı Albay Joseph'ın bilgisi dahilinde olmuştur.
Ama avukat adaleti sağlamakta kararlıdır.
Tüm risk ve tehlikeyi göze alıp Albay'ı ifadeye çağırır.
Albay mağrur, kibirli ve umursuz!..
"Ne soracaksan sor ama çabuk ol; işim-gücüm var evlat" der.
Genç avukat deneyimsizdir ama zekidir,
Albay'ı sinirlendirecek ve kontrolünü kaybettirip hakikati söyletecektir.
Yüklenir de yüklenir,
Öyle bir an gelir ki; avukat Albay'ın kırılma anının geldiğinin farkındadır.
Tam o esnada, tansiyonun zirve yaptığı anda avukat bağırarak;
Albay!
Kırmızı kod emrini, (öldürme talimatını) siz mi verdiniz!.." diye sorar.
Ortamın halini gören mahkeme başkanı bile, o anda Albay'a, "cevap vermek zorunda değilsiniz" deme gereği hisseder.
Ama kontrolü kaybeden Albay sinirden kıpkırmızı kesilmiş yüzü, çakmak çakmak gözleri ve sıkılmış dişleriyle, "cevap vereceğim!" der ve genç avukata dönerek;
Cevap mı istiyorsun sen!..
Avukat; "ben gerçekleri istiyorum"
Albay:( bağırarak)
Sen gerçeklerle başedemezsin!..
Evlat!
Sınırlarla çevrili, silahlarla korunan bir dünyada yaşıyoruz,
Bu işi kim yapacak?
Sen mi,
Yüzbaşı mı,
Düşünebileceğinden daha büyük bir sorumluluğum var.
Benim bildiğim şeyleri bilmememe lüksüne sahipsin.
Benim varlığım, sen kavrayamasan bile birçok hayat kurtarıyor,
Sen gerçeği istemezsin!
Çünkü içten içe, gece partilerinde züppelik ederken ve bu tür şeylerin konuşulmadığı yerlerde, beni hep o sınırda istersin!
Biz "şeref-kod-bağlılık" gibi kelimeler kullanırız!
Bu kelimeleri ülke varlığına adadığımız hayatımızın temel direği olarak kullanırız!
Sizse bunlarla dalga geçersiniz!
Benim sağladığım bir bağımsızlık örtüsü altında rahatça uyuyan ve sonra da bunu nasıl sağladığımı sorgulayan bir adama kendimi anlatacak ne zamanım ne de isteğim var!..
Sadece teşekkür edip uzaklaşmanı tercih ederim.
Neye hakkın olduğu umurumda bile değil!..
Duymak mı istiyorsun!..
Ben görevimi yaptım,
Kırmızı kod emrini ben emrettim,
Ben öldürttüm!.."
Sonuç; Albay her şeyini kaybetti.
Sorulması gereken soru şu?
Güçlü kudretli ve o ana dek her şeyi kamufle edip olayı kapatabilen Albay, her şeyini kaybedeceğini bile bile neden itiraf etti?
Evet etti,
Çünkü kontrolünü kaybetti!..
Başka bir açıdan ise "İçi başka der, dili başka söyler" siyasetinin tutarlılığa (!) kavuşmasıdır.
Evet, kavram galiz-kötü ve hicap verici,
Ama gerçek düşüncelerin, gizli niyet-konsept ve inanışın ortaya çıkması bakımından; acı ve dramatik de olsa, olumlu bir durum…
Edinilen güç ve o gücün kaybedilme riski maskeleri düşürüyor.
Düşünün,
Bir yandan, bahse konu caminin müezzininin "öyle bir şey olmadı" beyanına rağmen, istihza ve iğrenti içinde dile getirilen "bunlar camide bira içtiler" söylemli mukaddesatçılık-kutsalcılık iddiası,
Öte yandan, vatancılık-bekacılık-milliyetçilik referanslı, terör ve Türkiye düşmanlarıyla mücadele söylemli millilik ideali,
Diğer yandan ve her şeye ama her şeye rağmen kan kaybedişi önleyemeyen siyasetin, "sürtük" kavramını kullanabileceği kadar bayağılaşan bir dil ve üslup!..
Hangisi gerçek, sahici ve samimi?
Galiba gerçek ve sahici olan, şuan ki dil-üslup ve jargon…
"Ben hep bu idim, böyleydim, şuanda söylediklerim bugüne kadar söyleyemediklerimdi" itirafıdır.
Sıkıntılı, zorlu ve olağanüstü anlar turnusol kağıdı gibidir.
Kimin ne olduğu,
Nasıl davrandığı,
İçinden geçenler,
Ve o ana dek, söylem ve eyleminde ne kadar samimi olup olmadığı, bu olağanüstü anlarda ortaya çıkar.
"Sürtük" söylem ve siyaseti de, aslında var olan ama yokmuş gibi sandırılan veya sandırılmaya çalışılan bir "giz ve gizliliği" aşikare hale getirmiştir.
Bu söylemin spontane ve "ağızdan kaçıveren" bir kelam olduğunu düşünmek safdillik olsa gerek!
Velev ki, öyle bile olsa,
Olmayan bir şey ağızdan kaçmaz, ağızdan kaçan bir şeyse sürçü lisan değildir.
Bu neyi getirir?
Veya ne kazandırır?
Yahut da siyaseten pirim yapar mı?
Evet, eskiden olsa,
Mesela 10-15-20 yıl önce olsa kazandırabilir veya pirim yapabilirdi.
Ki, farklı şekil-boyut ve kavramlarla bir ölçüde yapmıştı da…
Ama köprünün altından çok sular geçti,
İnsanlar değişti,
Kendi mahallesinde bile farklılaştı,
Hatta aile içinde bile farklı sesler-görüşler-yaklaşımlar oluştu.
Bu nedenle de,
"Sürtük siyaseti", yapanın siyasetini daha minimize, daha çekirdekleşmiş ve daha marjinalize etmekten öteye geçemez.
Üstüne üstlük, memnuniyetsizleşmiş, kararsızlaşmış ve küsmüş olup da arafta olan kitlelerin karşı mahalleye yakınlaşmasını hızlandıracaktır.
Çünkü bir siyasetçi,
Hem de, hep iktidar ve muktedir bir siyasetçi,
20 yılın sonunda bu söylemi bir siyaset aracı olarak kullanılıyorsa, siyasetin ana olgusu olan insanın, refleks ve düşüncesinde oluşan ve oluşması kaçınılmaz olan değişimi göremiyor-algılayamıyor ve pas geçiyor demektir.
Bu ise zamanın ruhuna ve değişen zemine körleşmeden başka bir şey değildir.
Bu yaklaşım, bir siyasetçi için acziyet izharı ve engellenemeyen kaybedişin hırçınlığının dile vurduğu zor ve artık iyice zorlandığı anlardır.
Hele de sürekli kazanmaya alışan ve iktidar olmayı rutinleştiren birileri için tam bir panik anlarıdır.
Panik insanı agresifleştirir,
Bu ise hata yaptırır.
Hata kontrolü kaybettirir,
Kontrolü kaybetmekse, her şeyi kaybettirir!
***
"Birkaç İyi Adam" ismiyle Türkçe'ye çevrilen bir film izlemiştim.
"Zaman, Küba-Amerika düşmanlığının cafcaflı dönemi…
Amerika'nın sınır koruma birliğinde bir asker yatağında ölü bulunur.
Tabi, alavere-dalavere, konu örtbas edilir ve kapatılır.
Ama yine de, bir soruşturma açılır.
Belki de prosedürü tamamlamak için…
Genç bir askeri avukat, ölen askerin savunmasını alır.
Uzatmayayım,
Avukat her adımında engellenir ve mutlaka karşısına bir mani çıkar.
Daha doğrusu çıkartılır…
Neden?
Çünkü olay, sınır birliğinin kelli felli komutanı Albay Joseph'ın bilgisi dahilinde olmuştur.
Ama avukat adaleti sağlamakta kararlıdır.
Tüm risk ve tehlikeyi göze alıp Albay'ı ifadeye çağırır.
Albay mağrur, kibirli ve umursuz!..
"Ne soracaksan sor ama çabuk ol; işim-gücüm var evlat" der.
Genç avukat deneyimsizdir ama zekidir,
Albay'ı sinirlendirecek ve kontrolünü kaybettirip hakikati söyletecektir.
Yüklenir de yüklenir,
Öyle bir an gelir ki; avukat Albay'ın kırılma anının geldiğinin farkındadır.
Tam o esnada, tansiyonun zirve yaptığı anda avukat bağırarak;
Albay!
Kırmızı kod emrini, (öldürme talimatını) siz mi verdiniz!.." diye sorar.
Ortamın halini gören mahkeme başkanı bile, o anda Albay'a, "cevap vermek zorunda değilsiniz" deme gereği hisseder.
Ama kontrolü kaybeden Albay sinirden kıpkırmızı kesilmiş yüzü, çakmak çakmak gözleri ve sıkılmış dişleriyle, "cevap vereceğim!" der ve genç avukata dönerek;
Cevap mı istiyorsun sen!..
Avukat; "ben gerçekleri istiyorum"
Albay:( bağırarak)
Sen gerçeklerle başedemezsin!..
Evlat!
Sınırlarla çevrili, silahlarla korunan bir dünyada yaşıyoruz,
Bu işi kim yapacak?
Sen mi,
Yüzbaşı mı,
Düşünebileceğinden daha büyük bir sorumluluğum var.
Benim bildiğim şeyleri bilmememe lüksüne sahipsin.
Benim varlığım, sen kavrayamasan bile birçok hayat kurtarıyor,
Sen gerçeği istemezsin!
Çünkü içten içe, gece partilerinde züppelik ederken ve bu tür şeylerin konuşulmadığı yerlerde, beni hep o sınırda istersin!
Biz "şeref-kod-bağlılık" gibi kelimeler kullanırız!
Bu kelimeleri ülke varlığına adadığımız hayatımızın temel direği olarak kullanırız!
Sizse bunlarla dalga geçersiniz!
Benim sağladığım bir bağımsızlık örtüsü altında rahatça uyuyan ve sonra da bunu nasıl sağladığımı sorgulayan bir adama kendimi anlatacak ne zamanım ne de isteğim var!..
Sadece teşekkür edip uzaklaşmanı tercih ederim.
Neye hakkın olduğu umurumda bile değil!..
Duymak mı istiyorsun!..
Ben görevimi yaptım,
Kırmızı kod emrini ben emrettim,
Ben öldürttüm!.."
Sonuç; Albay her şeyini kaybetti.
Sorulması gereken soru şu?
Güçlü kudretli ve o ana dek her şeyi kamufle edip olayı kapatabilen Albay, her şeyini kaybedeceğini bile bile neden itiraf etti?
Evet etti,
Çünkü kontrolünü kaybetti!..
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.
Utku