Ba'de Harabil Basra – İş işten geçtikten sonra…
Dicle ve Fırat…
Sanki iki kardeş,
Birisi kız birisi erkek…
Birlikte anılırlar hep.
Doğum yeri Türkiye,
Kaynağı ülkemiz…
Bazen salına salına/menderesler çizerek akarlar, bazense hırçın/ürkütücü ve sert…
Fırat, hep daha hırçındır,
Dicle ise daha sakin ve dingin…
O yüzden, Fırat erkek çocuklarına, Dicle ise kızlara isim koyulmaktadır.
Dicle, Irak üzerinden ülkemizi terk eder,
Fırat ise Suriye…
Ama Fırat fazla dayanamaz ve Bağdat yakınlarında Dicle'ye yakınlaşır.
Fakat kavuşamazlar; demek ki, kaderde biraz daha ayrılık vardır.
Ta ki, Şattül Arap denen noktaya kadar…
Bu iki nehir arasında kalan ve bir ucu Türkiye'ye kadar uzanan alana Mezopotamya denir.
Mezopotamya çok verimlidir,
Doyurucudur,
Medeniyetlerin beşiğidir.
Tarihin en büyük çatışmaları ve savaşları burada ve burası için olmuştur.
Halâ bile Hristiyanların da, Yahudilerin de, Müslümanların da mitolojik ve/veya manevi hayali bu topraklar üzerinedir.
İşte bu kadar büyük önem arz eden bu iki nehrin birleştiği Şattül Arap noktası, Basra'dır.
Bu iki nehir/iki kardeş yüzlerce kilometre ayrılıktan sonra Basra'da birleşir ve birlikte akmaya başlarlar.
193 km. kol kola/koyun koyuna/iç içe aktıktan sonra Basra Körfezinden denize ulaşırlar.
Bu iki nehri kavuşturan Basra, ilginç bir şehirdir.
Ticari ve stratejiktir.
Tarihi, 2000 yıl eskiye dayanır.
İslam tarihindeki, Cemel Vakası da burada yaşanmıştır.
Her devirde, oldukça kozmopolit ve kendine has bir demografisi olmuştur.
Defalarca el değiştirmiş,
Farklı devletlerin/kültürlerin/inançların eline geçse de; genelde Müslüman diyarı olarak kalmıştır.
Önemli ilim/bilim insanları yetiştirmiştir.
Arapça dil bilgisi kurallarını oluşturan Halil Bin Ahmed,
Görme, optik ve ışık alanında eserler veren ve yazdığı "Optik Kitabı" ile Batı'da bile "Modern Optiğin Babası" olarak bilinen İbn-i Heysem,
Darwin'den 1000 yıl önce "doğal seleksiyon" konusunda "Kitab-ül Hayvan" isimli eseri yazan El Cahiz,
Ve ilk mutasavvıflardan Hasan Basri, Basralı bilim/ilim ve edebiyat insanlarından birkaçıdır.
1200'lü yıllar…
Basra, Abbasiler dönemini yaşamaktadır.
Abbasi hükümdarı, devrin akil insanlarını/bilgelerini/liyakat ve ehliyet sahipleriyle istişareyi ihmal etmektedir.
Uyarı ve ikazlara kulak asmamakta; ehil insanları küstürmekte ve bencil/kötü insanları önemli görevlere getirmektedir.
Hal böyle olunca; kader ağlarını örer.
Bu kaçınılmazdır.
Ve maalesef, İbn-i Haldun'un "devletler de insanlar gibidir; doğar/büyür ve ölürler" şeklinde özetlediği, tarihi mukadderat kapıya dayanır.
1258'lerde Hülagu Han saldırır.
Şair Nedim'in "Tahammül mülkünü yıktın, Hülagu Han mısın kafir.." diye başlayan şiirine ilham olan Hülagu Han..
Abbasi Devleti yıkılır ve Basra, Moğollarca yağmalanır ve harap edilir…
İşte bu anda, günümüze kadar gelen ve çokça kullanılan "Ba'de Harabil Basra" sözü gündeme gelir.
O ana dek, istişare etmeyen/kimseye fikir sormayan kral, bir alim/bilge şahsı çağırıp, akıl danışmak ister.
O bilge kişinin de, "…asıl olan yok olduktan sonra/Basra harap olduktan sonra danışmanın ne önemi var ki…" anlamında;
"Ba'de Harabil Basra" dediği söylenir.
Bu söze dair ikinci bir rivayet daha var.
Onu da paylaşmak istiyorum.
Basra'nın anlı-şanlı dönemleridir.
Artan refah/zenginlik ve şehrin imkanları sadece yönetimi değil; Basra halkını da hoyrat/kibirli ve bencil hale getirmiştir.
Tam bu dönemde dervişin birinin yolu Basra'ya düşer.
Aç ve perişandır.
Yiyecek ve yatacak bir yer aramak için kimin kapısını çaldıysa eli boş kalır.
Kimse ona itibar etmez.
Sadece bir kasap sanki bir köpeğin önüne atar gibi, ona bir parça çiğ et verir.
Ancak derviş eti pişirmek için ateş bulamaz.
Ateş yakmak için bile kimden yardım istedi ise terslenir.
Kalbi-gönlü çok kırılan derviş;
"Allah'ım Basra halkının hayırsızlığından ve cimriliğinden sana sığınırım. Bana şu eti pişirecek bir parça ateş lütfet" diye yalvarır.
Tam o sırada Basra'da büyük bir yangın çıkar ve tüm Basra'yı sarar.
Herkes büyük bir çaresizlik içinde sağa sola kaçışmaya başlar.
Derviş ise, yangın alevlerinden istifade yaktığı ateşle, sakin kalan bir noktada eti pişirip karnını doyurmanın telaşı içindeyken; ona ateş vermeyip kapıdan kovan Basralılardan birisi;
"Sonunda aradığın ateşi bulmuşsun" der.
Derviş ise, alev alev yanan Basra şehrine acı acı bakıp; "iş işten geçtikten sonra ne işe yarar ki" dercesine şu cevap verir:
"Evet,
Ama, Ba'de Harabil Basra…" (Basra yandıktan sonra)
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
Sanki iki kardeş,
Birisi kız birisi erkek…
Birlikte anılırlar hep.
Doğum yeri Türkiye,
Kaynağı ülkemiz…
Bazen salına salına/menderesler çizerek akarlar, bazense hırçın/ürkütücü ve sert…
Fırat, hep daha hırçındır,
Dicle ise daha sakin ve dingin…
O yüzden, Fırat erkek çocuklarına, Dicle ise kızlara isim koyulmaktadır.
Dicle, Irak üzerinden ülkemizi terk eder,
Fırat ise Suriye…
Ama Fırat fazla dayanamaz ve Bağdat yakınlarında Dicle'ye yakınlaşır.
Fakat kavuşamazlar; demek ki, kaderde biraz daha ayrılık vardır.
Ta ki, Şattül Arap denen noktaya kadar…
Bu iki nehir arasında kalan ve bir ucu Türkiye'ye kadar uzanan alana Mezopotamya denir.
Mezopotamya çok verimlidir,
Doyurucudur,
Medeniyetlerin beşiğidir.
Tarihin en büyük çatışmaları ve savaşları burada ve burası için olmuştur.
Halâ bile Hristiyanların da, Yahudilerin de, Müslümanların da mitolojik ve/veya manevi hayali bu topraklar üzerinedir.
İşte bu kadar büyük önem arz eden bu iki nehrin birleştiği Şattül Arap noktası, Basra'dır.
Bu iki nehir/iki kardeş yüzlerce kilometre ayrılıktan sonra Basra'da birleşir ve birlikte akmaya başlarlar.
193 km. kol kola/koyun koyuna/iç içe aktıktan sonra Basra Körfezinden denize ulaşırlar.
Bu iki nehri kavuşturan Basra, ilginç bir şehirdir.
Ticari ve stratejiktir.
Tarihi, 2000 yıl eskiye dayanır.
İslam tarihindeki, Cemel Vakası da burada yaşanmıştır.
Her devirde, oldukça kozmopolit ve kendine has bir demografisi olmuştur.
Defalarca el değiştirmiş,
Farklı devletlerin/kültürlerin/inançların eline geçse de; genelde Müslüman diyarı olarak kalmıştır.
Önemli ilim/bilim insanları yetiştirmiştir.
Arapça dil bilgisi kurallarını oluşturan Halil Bin Ahmed,
Görme, optik ve ışık alanında eserler veren ve yazdığı "Optik Kitabı" ile Batı'da bile "Modern Optiğin Babası" olarak bilinen İbn-i Heysem,
Darwin'den 1000 yıl önce "doğal seleksiyon" konusunda "Kitab-ül Hayvan" isimli eseri yazan El Cahiz,
Ve ilk mutasavvıflardan Hasan Basri, Basralı bilim/ilim ve edebiyat insanlarından birkaçıdır.
1200'lü yıllar…
Basra, Abbasiler dönemini yaşamaktadır.
Abbasi hükümdarı, devrin akil insanlarını/bilgelerini/liyakat ve ehliyet sahipleriyle istişareyi ihmal etmektedir.
Uyarı ve ikazlara kulak asmamakta; ehil insanları küstürmekte ve bencil/kötü insanları önemli görevlere getirmektedir.
Hal böyle olunca; kader ağlarını örer.
Bu kaçınılmazdır.
Ve maalesef, İbn-i Haldun'un "devletler de insanlar gibidir; doğar/büyür ve ölürler" şeklinde özetlediği, tarihi mukadderat kapıya dayanır.
1258'lerde Hülagu Han saldırır.
Şair Nedim'in "Tahammül mülkünü yıktın, Hülagu Han mısın kafir.." diye başlayan şiirine ilham olan Hülagu Han..
Abbasi Devleti yıkılır ve Basra, Moğollarca yağmalanır ve harap edilir…
İşte bu anda, günümüze kadar gelen ve çokça kullanılan "Ba'de Harabil Basra" sözü gündeme gelir.
O ana dek, istişare etmeyen/kimseye fikir sormayan kral, bir alim/bilge şahsı çağırıp, akıl danışmak ister.
O bilge kişinin de, "…asıl olan yok olduktan sonra/Basra harap olduktan sonra danışmanın ne önemi var ki…" anlamında;
"Ba'de Harabil Basra" dediği söylenir.
Bu söze dair ikinci bir rivayet daha var.
Onu da paylaşmak istiyorum.
Basra'nın anlı-şanlı dönemleridir.
Artan refah/zenginlik ve şehrin imkanları sadece yönetimi değil; Basra halkını da hoyrat/kibirli ve bencil hale getirmiştir.
Tam bu dönemde dervişin birinin yolu Basra'ya düşer.
Aç ve perişandır.
Yiyecek ve yatacak bir yer aramak için kimin kapısını çaldıysa eli boş kalır.
Kimse ona itibar etmez.
Sadece bir kasap sanki bir köpeğin önüne atar gibi, ona bir parça çiğ et verir.
Ancak derviş eti pişirmek için ateş bulamaz.
Ateş yakmak için bile kimden yardım istedi ise terslenir.
Kalbi-gönlü çok kırılan derviş;
"Allah'ım Basra halkının hayırsızlığından ve cimriliğinden sana sığınırım. Bana şu eti pişirecek bir parça ateş lütfet" diye yalvarır.
Tam o sırada Basra'da büyük bir yangın çıkar ve tüm Basra'yı sarar.
Herkes büyük bir çaresizlik içinde sağa sola kaçışmaya başlar.
Derviş ise, yangın alevlerinden istifade yaktığı ateşle, sakin kalan bir noktada eti pişirip karnını doyurmanın telaşı içindeyken; ona ateş vermeyip kapıdan kovan Basralılardan birisi;
"Sonunda aradığın ateşi bulmuşsun" der.
Derviş ise, alev alev yanan Basra şehrine acı acı bakıp; "iş işten geçtikten sonra ne işe yarar ki" dercesine şu cevap verir:
"Evet,
Ama, Ba'de Harabil Basra…" (Basra yandıktan sonra)
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.
Ertan karaman
Tuncay AKÇAY
Mutlu E.
Muhammed A.
Vahide Sürüm
Üstün ahşap yakma...