Seyyahların gözünden Osmanlı da Ramazan..
Bu yazımızda da muhtelif tarihlerde Ramazan Ayı içerisinde Osmanlı şehirlerinde bulunan seyyahların yazdıklarını sizlere aktarmak istiyorum.
Elbette ilk sırayı meşhur Evliya Çelebi’miz alıyor.
Evliya Çelebi Osmanlıda ramazan konusunu şehir şehir ele almış her şehrin kendine has özelliklerinden bahsetmiş ve seyahatnamesinde bu konuya geniş bir yer vermiştir.
Genel olarak anlattıklarına göre ise Ramazan aylarında şehirlerde binlerce fişek atılırmış. Terk edilmiş yüksek kalelerde bile bu mübarek ayın gelişini haber verip müjdelemek için siyah barutlar saklanır; her yerde kandiller yanar, etraf ışıl ışıl aydınlatılırmış.
Evliya Çelebi Seyahatname’de Ramazan pidesini de üstü anason, çörek otu, badem, safran, haşhaş gibi şeyler dökülerek kaplanmış, beyaz undan katık olarak anlatıyor.
İftar vakti geldiğinde mahalle aralarındaki küçük fırınlardan yayılan muhteşem koku ise insanda müthiş bir tesir bırakır,mahalleli pideleri bitmeden almak için erkenden fırın kapısında sıraya girermiş.
Osmanlı Devleti’nin bazı yerlerinde güç ve kuvvet verdiğine inanılan “Ramazaniye” isimli bir şerbetten söz eden Evliya Çelebi, içeceğin tadıyla ilgili olarak “Tadı güzel ama bulamaç gibi.” diye tarif etmektedir.
Yine Çelebimizin bahsettiği bir diğer ramazan geleneği ise misafire hediye yani diş kirasıdır.
Osmanlı’da, bugün için ilginç kabul edilebilecek bu gelenek ise misafirin hediye götürmesine değil hediye almasına dayanıyordu.
Bu gelenek esasen, iftar yemeklerinde doğan bir gelenekmiş. İftara gelen kişi, ev sahibine sevap kazandırırmış. Diş kirası da bunun teşekkürü olarak verilirmiş.
Çoğunlukla bir kese içinde sunulan hediye ise ev sahibinin zenginliğine ve cömertliğine göre değişirmiş. Altın akçe de çıkarmış içinden tespih de…
Bir diğer seyyah ise Tanzimat sonrası İstanbul’da Ramazan boyunca kalan Fransız gezgin Gerard De Nerval’dır.
Nerval, Ramazan gecelerinin çok hareketli geçtiğini, müslümanların ibadet edip Kur’an okuduklarını, kıraathanelerde meddahların peygamberlerin kıssalarını anlattıklarını ve Karagöz oyunu izlediklerini anlatır.
Hatta bir gece evine gitmeyip sahura kadar gezdiğini ve duyduğu sabah ezanından nasıl etkilendiğini şu sözlerle dile getirir;
“Arkadaşım Beyoğlu’ndaki evine döndü, bense hayran kaldığım manzaranın tadına iyice varmak için Dervişler Tekkesi civarında gezinmeye gittim. Uzaklardaki kıyıların girinti ve çıkıntılarının çizgilerini ortaya çıkaran ağartı gecikmedi. O sırada Tophane rıhtımı üzerinden sahurun sona erdiğini belirten top sesi gürledi. Birden Tekke’nin üst tarafında bulunan küçük minareden ‘Allahüekber, Allahüekber....’ diyen hüzünlü bir ezan sesi yükseldi. Kendimi garip bir duyguya kaptırmaya mani olamadım. Evet; “Allah büyüktür, Allah büyüktür! Hz Muhammed O’nun peygamberidir! Günahlarınızı O’ndan gizleyemezsiniz!”
İşte bitip tükenmek bilmeyen ebedi ve ezeli sözler!
"Benim için O’na ne ad verilirse verilsin Allah heryerdedir. Bir an için kendimi gerçek bir günahkar gibi hissetseydim çok mutsuz olacaktım. Fakat bir çok milletin içinde yaşadığı bu şehirde çeşitli dinlerden insanların hep birlikte katıldıkları bu gecelerin birisinden, bütün Beyoğlu Frenkleri gibi ben de yararlandım.”
Nerval sonrasında Osmanlı’da ramazan günlerinde özellikle iftar saatlerinde bütün kapıların açık olduğunu ve o saatlerde dışarıda olup bu evlere iftar için girenlerin, fakir-zengin, müslim-gayri müslim olduklarına bakılmadan yemekle ağırlandıklarını anlatır.
Aynı konuyu Evliya Çelebi Seyahatname’sinde “Ramazan’da imarethanelere gerek yoktu, tüm evlerin kapıları açıktı” diyerek dile getirmiştir.
Bu konuya örnek olarak Kanuni Sultan Süleyman devrinde Avusturya elçisi sıfatıyla İstanbul'da bulunan Busbecq, hatıralarında Osmanlıların Ramazan ayını idrak edişini bir ecnebi olarak anlatmış. Batılı seyyahlar da geçirdikleri süre zarfındaki görüşlerini not etmişledir.
Ramazan ayında Türklerin dini hassasiyetlerinin arttığını gözlemleyen Busbecq Ramazan ayında Türkler’in haram konusunda çok hassas olduklarına dikkat çeker ve "Hatta değil şarap içmek, kokusundan uzak durmayana kötü ve ahlaksız gözüyle bakarlar." şeklinde bu konuyu hatıralarına düşer.
Stephan Gerlach ise 25 Aralık 1573'e denk gelen Ramazan Ayı'nı İstanbul'da geçirir ve hatıralarını şu şekilde kaleme alır;
"Gökte Yeni ay'ın görünmesi ile başlayan Ramazan bir ay sürüyor. Bütün gün boyunca hiçbir şey yemez ve içmezler. Akşam vakti camilerin minareleri çevresinde bir taç gibi dolanan kandiller yanıncaya kadar tamamen aç gezerler. Kandiller yandıktan sonra da bütün gece boyunca yiyip içerler. Kandiller yanınca sokaklarda bir bağrışma kopar. Dilenciler yollara dökülerek evden eve dolaşırlar."
Bu ayın en dikkat çekici görsel şöleninin kandiller olduğunu bir Alman seyyah ise Schweigger şöyle söyler:
"Camilerin minarelerindeki şerefelere asılan tahta fenerlerin içine kandiller yerleştirilerek etrafa ışık saçılır. Çoğu kez bir minareden diğerine bir ip gerilir, buna bağlanan kısa ve uzun başka iplere kandiller asılır ve böylece Dolunay ya da Hilal doğmuş gibi bir görüntü oluşturulur. Bu şekilde asılan 200 veya daha fazla kandille başka şekiller de yapılır ve çok görkemli görüntüler ortaya çıkar."
Schweigger ayrıca bu ibadet dönemindeki bolluğa ve berekete şöyle işaret eder:
"Oruç zamanı yılın bolluk içinde geçen bir dönemdir. Bu yüzden de halk Ramazan'ı büyük bir hevesle bekler. Bu ayda yaşlılara, çocuklara, hastalara gereksinimleri olduğu kadar yiyip içme fırsatı verilir. Bunların yanında kedi ve köpeklere de sadaka verilir. Şehzade Mehmet Cami'nin önünde her gün ikindi zamanı 30-40 aç ve perişan kedi toplanır. Türkler buraya gelerek onlara et ve küçük şişlere geçirilmiş kızarmış ciğer parçacıkları atarlar. Bu, çok önemli bir sadaka yerine geçer. Bir deri bir kemik kalmış köpekler de sadakadan paylarını alırlar. Bazı kişiler kafesteki bir kuşu satın alıp onu serbest bırakarak sevap kazanmayı umut ederler."
Yine bir başka seyyah Osmanlı ile ilgili şunları kaleme almıştır;
“Orta sınıf çok kudretli ve çok ahlâklıdır. Osmanlılar, muhteşem bir toplumdur.”
Geuffroy isimli bir seyyahın yazdıkları ise Osmanlı’nın ibadetleri konusunda gayri müslimlere karışmadığı ve merhametle muamele ettiği hususunu gözler önüne sermişti.
“Türkler, kimseyi Türk usulünce yaşamaya zorlamazlar. Herkesin kendi mevzuatı ile yaşamasına müsaade eder ve izin verirler.”
Evet dostlarım Ramazan ayı ile ilgili yazılarımızla sizlerle birlikte olmaya devam edeceğiz inşallah.
Allah’a emanet olunuz!
Elbette ilk sırayı meşhur Evliya Çelebi’miz alıyor.
Evliya Çelebi Osmanlıda ramazan konusunu şehir şehir ele almış her şehrin kendine has özelliklerinden bahsetmiş ve seyahatnamesinde bu konuya geniş bir yer vermiştir.
Genel olarak anlattıklarına göre ise Ramazan aylarında şehirlerde binlerce fişek atılırmış. Terk edilmiş yüksek kalelerde bile bu mübarek ayın gelişini haber verip müjdelemek için siyah barutlar saklanır; her yerde kandiller yanar, etraf ışıl ışıl aydınlatılırmış.
Evliya Çelebi Seyahatname’de Ramazan pidesini de üstü anason, çörek otu, badem, safran, haşhaş gibi şeyler dökülerek kaplanmış, beyaz undan katık olarak anlatıyor.
İftar vakti geldiğinde mahalle aralarındaki küçük fırınlardan yayılan muhteşem koku ise insanda müthiş bir tesir bırakır,mahalleli pideleri bitmeden almak için erkenden fırın kapısında sıraya girermiş.
Osmanlı Devleti’nin bazı yerlerinde güç ve kuvvet verdiğine inanılan “Ramazaniye” isimli bir şerbetten söz eden Evliya Çelebi, içeceğin tadıyla ilgili olarak “Tadı güzel ama bulamaç gibi.” diye tarif etmektedir.
Yine Çelebimizin bahsettiği bir diğer ramazan geleneği ise misafire hediye yani diş kirasıdır.
Osmanlı’da, bugün için ilginç kabul edilebilecek bu gelenek ise misafirin hediye götürmesine değil hediye almasına dayanıyordu.
Bu gelenek esasen, iftar yemeklerinde doğan bir gelenekmiş. İftara gelen kişi, ev sahibine sevap kazandırırmış. Diş kirası da bunun teşekkürü olarak verilirmiş.
Çoğunlukla bir kese içinde sunulan hediye ise ev sahibinin zenginliğine ve cömertliğine göre değişirmiş. Altın akçe de çıkarmış içinden tespih de…
Bir diğer seyyah ise Tanzimat sonrası İstanbul’da Ramazan boyunca kalan Fransız gezgin Gerard De Nerval’dır.
Nerval, Ramazan gecelerinin çok hareketli geçtiğini, müslümanların ibadet edip Kur’an okuduklarını, kıraathanelerde meddahların peygamberlerin kıssalarını anlattıklarını ve Karagöz oyunu izlediklerini anlatır.
Hatta bir gece evine gitmeyip sahura kadar gezdiğini ve duyduğu sabah ezanından nasıl etkilendiğini şu sözlerle dile getirir;
“Arkadaşım Beyoğlu’ndaki evine döndü, bense hayran kaldığım manzaranın tadına iyice varmak için Dervişler Tekkesi civarında gezinmeye gittim. Uzaklardaki kıyıların girinti ve çıkıntılarının çizgilerini ortaya çıkaran ağartı gecikmedi. O sırada Tophane rıhtımı üzerinden sahurun sona erdiğini belirten top sesi gürledi. Birden Tekke’nin üst tarafında bulunan küçük minareden ‘Allahüekber, Allahüekber....’ diyen hüzünlü bir ezan sesi yükseldi. Kendimi garip bir duyguya kaptırmaya mani olamadım. Evet; “Allah büyüktür, Allah büyüktür! Hz Muhammed O’nun peygamberidir! Günahlarınızı O’ndan gizleyemezsiniz!”
İşte bitip tükenmek bilmeyen ebedi ve ezeli sözler!
"Benim için O’na ne ad verilirse verilsin Allah heryerdedir. Bir an için kendimi gerçek bir günahkar gibi hissetseydim çok mutsuz olacaktım. Fakat bir çok milletin içinde yaşadığı bu şehirde çeşitli dinlerden insanların hep birlikte katıldıkları bu gecelerin birisinden, bütün Beyoğlu Frenkleri gibi ben de yararlandım.”
Nerval sonrasında Osmanlı’da ramazan günlerinde özellikle iftar saatlerinde bütün kapıların açık olduğunu ve o saatlerde dışarıda olup bu evlere iftar için girenlerin, fakir-zengin, müslim-gayri müslim olduklarına bakılmadan yemekle ağırlandıklarını anlatır.
Aynı konuyu Evliya Çelebi Seyahatname’sinde “Ramazan’da imarethanelere gerek yoktu, tüm evlerin kapıları açıktı” diyerek dile getirmiştir.
Bu konuya örnek olarak Kanuni Sultan Süleyman devrinde Avusturya elçisi sıfatıyla İstanbul'da bulunan Busbecq, hatıralarında Osmanlıların Ramazan ayını idrak edişini bir ecnebi olarak anlatmış. Batılı seyyahlar da geçirdikleri süre zarfındaki görüşlerini not etmişledir.
Ramazan ayında Türklerin dini hassasiyetlerinin arttığını gözlemleyen Busbecq Ramazan ayında Türkler’in haram konusunda çok hassas olduklarına dikkat çeker ve "Hatta değil şarap içmek, kokusundan uzak durmayana kötü ve ahlaksız gözüyle bakarlar." şeklinde bu konuyu hatıralarına düşer.
Stephan Gerlach ise 25 Aralık 1573'e denk gelen Ramazan Ayı'nı İstanbul'da geçirir ve hatıralarını şu şekilde kaleme alır;
"Gökte Yeni ay'ın görünmesi ile başlayan Ramazan bir ay sürüyor. Bütün gün boyunca hiçbir şey yemez ve içmezler. Akşam vakti camilerin minareleri çevresinde bir taç gibi dolanan kandiller yanıncaya kadar tamamen aç gezerler. Kandiller yandıktan sonra da bütün gece boyunca yiyip içerler. Kandiller yanınca sokaklarda bir bağrışma kopar. Dilenciler yollara dökülerek evden eve dolaşırlar."
Bu ayın en dikkat çekici görsel şöleninin kandiller olduğunu bir Alman seyyah ise Schweigger şöyle söyler:
"Camilerin minarelerindeki şerefelere asılan tahta fenerlerin içine kandiller yerleştirilerek etrafa ışık saçılır. Çoğu kez bir minareden diğerine bir ip gerilir, buna bağlanan kısa ve uzun başka iplere kandiller asılır ve böylece Dolunay ya da Hilal doğmuş gibi bir görüntü oluşturulur. Bu şekilde asılan 200 veya daha fazla kandille başka şekiller de yapılır ve çok görkemli görüntüler ortaya çıkar."
Schweigger ayrıca bu ibadet dönemindeki bolluğa ve berekete şöyle işaret eder:
"Oruç zamanı yılın bolluk içinde geçen bir dönemdir. Bu yüzden de halk Ramazan'ı büyük bir hevesle bekler. Bu ayda yaşlılara, çocuklara, hastalara gereksinimleri olduğu kadar yiyip içme fırsatı verilir. Bunların yanında kedi ve köpeklere de sadaka verilir. Şehzade Mehmet Cami'nin önünde her gün ikindi zamanı 30-40 aç ve perişan kedi toplanır. Türkler buraya gelerek onlara et ve küçük şişlere geçirilmiş kızarmış ciğer parçacıkları atarlar. Bu, çok önemli bir sadaka yerine geçer. Bir deri bir kemik kalmış köpekler de sadakadan paylarını alırlar. Bazı kişiler kafesteki bir kuşu satın alıp onu serbest bırakarak sevap kazanmayı umut ederler."
Yine bir başka seyyah Osmanlı ile ilgili şunları kaleme almıştır;
“Orta sınıf çok kudretli ve çok ahlâklıdır. Osmanlılar, muhteşem bir toplumdur.”
Geuffroy isimli bir seyyahın yazdıkları ise Osmanlı’nın ibadetleri konusunda gayri müslimlere karışmadığı ve merhametle muamele ettiği hususunu gözler önüne sermişti.
“Türkler, kimseyi Türk usulünce yaşamaya zorlamazlar. Herkesin kendi mevzuatı ile yaşamasına müsaade eder ve izin verirler.”
Evet dostlarım Ramazan ayı ile ilgili yazılarımızla sizlerle birlikte olmaya devam edeceğiz inşallah.
Allah’a emanet olunuz!
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.