Kim ermiş, kim günahkâr?
Anthony Horowitz'in "Ermişler Ya Da Günahkârlar" adlı oyunu Onur Erbilen yönetmenliğinde Tiyatro Baht tarafından seyirciyle buluşuyor.
Kötülük, kötülüğün kaynağı, kötülükten arınmak; iyiliğe koşmak, doğruları anlatmak, güzeli aramak… Bütün inanç sistemlerinin ve felsefî arayışların temelini oluşturan bu kavramlar binlerce yıldır var ve var olmaya da devam edecek; ta ki akıllarda tasavvur edilen "mükemmel"e ulaşana dek! Gerek toplumsal gerek bireysel anlamda kötülükten korunmak ve iyiliğe ulaşmak adına mükemmeli bulma yolundaki bu çabanın varlığıdır zaten insanı ve DAHİ yaşamı anlamlı kılan.
Ünlü filozof Sokrates'e göre kötülüğün esas kaynağı insanın bilgisizliğidir. İnsan, ancak bilgisi dâhilinde yapacağı doğru veya yanlış seçimlerle; iyi veya kötü birisi olur. Dinler tarihine baktığımızda da kötülüğün kaynağı ve günahtan arınma sorunsalına temelde iki yaklaşımın damga vurduğunu görürüz. Birinci yaklaşıma göre her birey, ilk insanın başkaldırısının ve yasağa meyletmesinin sebep olduğu bir lânet ile doğmaktaydı. İnsanı bundan kurtaran yegâne eylem ise kişinin atalarının ve dolaylı olarak kendisinin günahlarını affetmesi için daima Tanrı'ya yalvarmak ve ona bir mabette ibadet etmekti. İnsan, bir suçla dünyaya geldiği ve esasında bir bakıma isyan ettiği için bağışlanmayı istemeliydi. Tanrı, merhamet eden ve bağışlayandı. Kötülüğün varlığı problemine ve bu çelişkiden kurtuluşun nasıl mümkün olduğuna dair çok fazla kafa yoran bu yaklaşıma göre, insanlık adeta bir günah yığınıydı. İnsanın bet olan günümüz yaşantısı ise Âdem ile Havva'nın günaha düşüşünün bir ürünüydü. Buna bağlı olarak, yalnızca Tanrı'nın lütfu, insanı günahkâr doğasından kurtarabilirdi ve bu kurtuluş Tanrı'nın seçtiği kişilere sağlanacaktı. İkinci ekolün savunucuları ise Âdem ile Havva'nın suçunun salt kişisel ve sadece kendilerini ilgilendirecek olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre, sonuç itibariyle her insan, atalarının hataya düşmeden önceki güçleri ve erdemleri kadar yozlaşmamış ve tertemiz güçlerle doğmaktaydı yani her insan günahsız bir biçimde dünyaya gönderilmekteydi. İnsanlar, Âdem ve Havva'nın günahı tarafından yaralanmamışlardı ve sorumlu oldukları yasaları mükemmel bir şekilde yerine getirebilir, bu sayede de kurtuluşa erebilirlerdi. Yine bu inanış, insanın yapısı gereği kötü olmadığını, sadece imtihan vesilesi olarak insanın önünde bir takım engeller olduğunu, ancak bu engelleri aştığında iyiye ulaşabileceğini söylüyordu.
Birden Çok Felsefe ve Birden Çok Yöntem…
Ermişler ya da Günahkârlar oyununa gelen ve daha kapıda bileklerine ermiş ve günahkâr yazan damgaların vurulduğu seyirciler, o anla beraber, iyilik ve kötülük kavramlarını bir kez daha sorgulamaya başlıyorlar. Gerek bu eylem gerek oyunun bütününe hâkim olan ve psikodrama ile psikanaliz tekniklerinin kullanıldığı derin diyaloglar aracılığıyla seyirci hep aynı soruya yöneltildi: Kim ermiş kim günahkâr?
Olaylar, bir akıl hastanesinde geçer. Mark Styler, polisiye türünde romanlar yazan bir yazardır. Bir sonraki projesi ise nam salmış bir seri katil olan Easterman üzerinedir. Onunla birebir görüşmeler yapmak için Easterman'ın yattığı akıl hastanesine gelerek, garip davranışlarıyla göze çarpan, Doktor Farquhar ile görüşür. Uzun konuşmalar sonrası, hastanenin paranoyak bakışlar atan hemşiresi Plimpton da onlara katılır ve asıl heyecan ondan sonra başlar.
İlk dakikalar çok sakin geçen, adeta akmayan ve sanki psikanaliz seansı niteliğinde ilerleyen diyaloglar daha sonra yerini aksiyona bırakıyor. Yavaş yavaş oyunun düğümleri çözüldükçe ve bir yerden sonra da muhtemelen birçok seyircinin her şeyi idrak ettiğini düşündüğü yerde, finalle birlikte gelen sürpriz bir anda herkeste şok etkisi yaratıyor. Adeta aşırı derecede gerilim içeren bir film izler gibi zihinleri dumur eden bir sona dönüşüyor. Tiyatroda tek perdede seri ve soluksuz şekilde gerçekleşen olaylar, seyircinin zaman zaman iğrenme duygusuyla beraber, korkuyu da yaşamasına sebebiyet veriyor.
Daha en başta ermiş ve günahkâr olarak damgalanan seyircileri iyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi ile yüzleşmeye taşıyan oyun, tiyatronun belki de en temel ereklerinden biri olan katarsisi ve akabinde gelen sağaltımı en âlâ şekilde yaşatıyor; en azından yaşatmak adına itici bir güç oluyor.
Oyun, öyle sürükleyici öyle sorgulayıcı ve bir o kadar da ani duygu ve düşünce değişimlerine açık bir yapıda ilerliyor ki cani gerçekten cani mi yoksa bir kurban mı, kurban sandığımız kişi gerçekten masum biri mi yoksa bir canavar mı, bilemiyoruz.
Her biri ayrı ayrı irdelenmesi gereken konuşmalarla, beraberinde izleyeni sevk eden sorgulamalarla dolu ve normalde yaklaşık üç buçuk saat olan oyunu, sağlam bir dramaturgi ve reji çalışması yaparak 75 dakikaya sığdırıp, izleyenlere sürprizlerle dolu bir şekilde sunan yönetmen Onur Erbilen'in emeğini ve zekâsını kutlamak gerek. Yönetmenin dramaturg oluşu, daha önce birkaç kez farklı gruplar tarafından sahnelen Ermişler ya da Günahkârlar oyununa farklı bir açıdan yaklaşımının nedenini ortaya koyuyor. Herkesin zihnine "Esasında hepimiz biraz ermiş biraz günahkârız" mesajını başarılı şekilde işliyor. Erbilen, seyirci algısını düşünerek hareket ettiği her anından belli olan rejisiyle, havada kalan bir yer bırakmıyor. Devinimi ilk dakikalar hariç gerek fiziksel gerek zihinsel anlamda daima yüksek tutuyor. İmkânlarını zorlayıp sinematografik bir görsel ile oyundan duyumsanan hazzı daha da artırıyor.
Bütün bunların yanında elbette oyundan alınan keyfi sağlayan diğer ana unsur da oyuncular arasındaki mükemmel uyum. Aziz Çoban, Burak Demir ve Cemre Melis Çınar, oyunun temel derdini ve yönetmenin oluşturmak istediği atmosferi anlayarak başarılı bir performans sergiliyorlar. Oyunun temposundan ve gizeminden bir an olsun kopmuyorlar.
Her tarafı beyaz ve sade ama ergonomik şekilde döşenmiş hastane odasındaki en küçük aksesuar bile bir anda işkence aletlerine, ortam ise işkence alanına dönüşüyor. Başarılı dekor tasarımlarıyla dikkat çeken ödüllü isim Selim Cinisli ve sahnedeki yanılsamaları ve şoke eden anları ışık tasarımıyla sunan Mustafa Türkoğlu, oyunun en büyük destekçileriydi. Deniz Önal'ın kostüm tasarımları da her rolün karmaşasını izleyenlere sunacak nitelikteydi.
İyi ile kötü arasındaki ilişkiyi sorgulamaya; daima iyilik yapan birinin bir anda aşırı oranda kötülük yapmaya da eğilimli olabileceğini veya tam tersi şekilde kötü diye nitelendirdiğimiz kişilerin ve şeylerin aslında bir iyiliğe kapı aralayabileceğini düşündürmeye; insan denen varlığın karmaşık bir yapıya sahip olduğunu kabullenmeye iten bu oyun her yönüyle izlenmeye değer.
Kötülük, kötülüğün kaynağı, kötülükten arınmak; iyiliğe koşmak, doğruları anlatmak, güzeli aramak… Bütün inanç sistemlerinin ve felsefî arayışların temelini oluşturan bu kavramlar binlerce yıldır var ve var olmaya da devam edecek; ta ki akıllarda tasavvur edilen "mükemmel"e ulaşana dek! Gerek toplumsal gerek bireysel anlamda kötülükten korunmak ve iyiliğe ulaşmak adına mükemmeli bulma yolundaki bu çabanın varlığıdır zaten insanı ve DAHİ yaşamı anlamlı kılan.
Ünlü filozof Sokrates'e göre kötülüğün esas kaynağı insanın bilgisizliğidir. İnsan, ancak bilgisi dâhilinde yapacağı doğru veya yanlış seçimlerle; iyi veya kötü birisi olur. Dinler tarihine baktığımızda da kötülüğün kaynağı ve günahtan arınma sorunsalına temelde iki yaklaşımın damga vurduğunu görürüz. Birinci yaklaşıma göre her birey, ilk insanın başkaldırısının ve yasağa meyletmesinin sebep olduğu bir lânet ile doğmaktaydı. İnsanı bundan kurtaran yegâne eylem ise kişinin atalarının ve dolaylı olarak kendisinin günahlarını affetmesi için daima Tanrı'ya yalvarmak ve ona bir mabette ibadet etmekti. İnsan, bir suçla dünyaya geldiği ve esasında bir bakıma isyan ettiği için bağışlanmayı istemeliydi. Tanrı, merhamet eden ve bağışlayandı. Kötülüğün varlığı problemine ve bu çelişkiden kurtuluşun nasıl mümkün olduğuna dair çok fazla kafa yoran bu yaklaşıma göre, insanlık adeta bir günah yığınıydı. İnsanın bet olan günümüz yaşantısı ise Âdem ile Havva'nın günaha düşüşünün bir ürünüydü. Buna bağlı olarak, yalnızca Tanrı'nın lütfu, insanı günahkâr doğasından kurtarabilirdi ve bu kurtuluş Tanrı'nın seçtiği kişilere sağlanacaktı. İkinci ekolün savunucuları ise Âdem ile Havva'nın suçunun salt kişisel ve sadece kendilerini ilgilendirecek olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre, sonuç itibariyle her insan, atalarının hataya düşmeden önceki güçleri ve erdemleri kadar yozlaşmamış ve tertemiz güçlerle doğmaktaydı yani her insan günahsız bir biçimde dünyaya gönderilmekteydi. İnsanlar, Âdem ve Havva'nın günahı tarafından yaralanmamışlardı ve sorumlu oldukları yasaları mükemmel bir şekilde yerine getirebilir, bu sayede de kurtuluşa erebilirlerdi. Yine bu inanış, insanın yapısı gereği kötü olmadığını, sadece imtihan vesilesi olarak insanın önünde bir takım engeller olduğunu, ancak bu engelleri aştığında iyiye ulaşabileceğini söylüyordu.
Birden Çok Felsefe ve Birden Çok Yöntem…
Ermişler ya da Günahkârlar oyununa gelen ve daha kapıda bileklerine ermiş ve günahkâr yazan damgaların vurulduğu seyirciler, o anla beraber, iyilik ve kötülük kavramlarını bir kez daha sorgulamaya başlıyorlar. Gerek bu eylem gerek oyunun bütününe hâkim olan ve psikodrama ile psikanaliz tekniklerinin kullanıldığı derin diyaloglar aracılığıyla seyirci hep aynı soruya yöneltildi: Kim ermiş kim günahkâr?
Olaylar, bir akıl hastanesinde geçer. Mark Styler, polisiye türünde romanlar yazan bir yazardır. Bir sonraki projesi ise nam salmış bir seri katil olan Easterman üzerinedir. Onunla birebir görüşmeler yapmak için Easterman'ın yattığı akıl hastanesine gelerek, garip davranışlarıyla göze çarpan, Doktor Farquhar ile görüşür. Uzun konuşmalar sonrası, hastanenin paranoyak bakışlar atan hemşiresi Plimpton da onlara katılır ve asıl heyecan ondan sonra başlar.
İlk dakikalar çok sakin geçen, adeta akmayan ve sanki psikanaliz seansı niteliğinde ilerleyen diyaloglar daha sonra yerini aksiyona bırakıyor. Yavaş yavaş oyunun düğümleri çözüldükçe ve bir yerden sonra da muhtemelen birçok seyircinin her şeyi idrak ettiğini düşündüğü yerde, finalle birlikte gelen sürpriz bir anda herkeste şok etkisi yaratıyor. Adeta aşırı derecede gerilim içeren bir film izler gibi zihinleri dumur eden bir sona dönüşüyor. Tiyatroda tek perdede seri ve soluksuz şekilde gerçekleşen olaylar, seyircinin zaman zaman iğrenme duygusuyla beraber, korkuyu da yaşamasına sebebiyet veriyor.
Daha en başta ermiş ve günahkâr olarak damgalanan seyircileri iyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi ile yüzleşmeye taşıyan oyun, tiyatronun belki de en temel ereklerinden biri olan katarsisi ve akabinde gelen sağaltımı en âlâ şekilde yaşatıyor; en azından yaşatmak adına itici bir güç oluyor.
Oyun, öyle sürükleyici öyle sorgulayıcı ve bir o kadar da ani duygu ve düşünce değişimlerine açık bir yapıda ilerliyor ki cani gerçekten cani mi yoksa bir kurban mı, kurban sandığımız kişi gerçekten masum biri mi yoksa bir canavar mı, bilemiyoruz.
Her biri ayrı ayrı irdelenmesi gereken konuşmalarla, beraberinde izleyeni sevk eden sorgulamalarla dolu ve normalde yaklaşık üç buçuk saat olan oyunu, sağlam bir dramaturgi ve reji çalışması yaparak 75 dakikaya sığdırıp, izleyenlere sürprizlerle dolu bir şekilde sunan yönetmen Onur Erbilen'in emeğini ve zekâsını kutlamak gerek. Yönetmenin dramaturg oluşu, daha önce birkaç kez farklı gruplar tarafından sahnelen Ermişler ya da Günahkârlar oyununa farklı bir açıdan yaklaşımının nedenini ortaya koyuyor. Herkesin zihnine "Esasında hepimiz biraz ermiş biraz günahkârız" mesajını başarılı şekilde işliyor. Erbilen, seyirci algısını düşünerek hareket ettiği her anından belli olan rejisiyle, havada kalan bir yer bırakmıyor. Devinimi ilk dakikalar hariç gerek fiziksel gerek zihinsel anlamda daima yüksek tutuyor. İmkânlarını zorlayıp sinematografik bir görsel ile oyundan duyumsanan hazzı daha da artırıyor.
Bütün bunların yanında elbette oyundan alınan keyfi sağlayan diğer ana unsur da oyuncular arasındaki mükemmel uyum. Aziz Çoban, Burak Demir ve Cemre Melis Çınar, oyunun temel derdini ve yönetmenin oluşturmak istediği atmosferi anlayarak başarılı bir performans sergiliyorlar. Oyunun temposundan ve gizeminden bir an olsun kopmuyorlar.
Her tarafı beyaz ve sade ama ergonomik şekilde döşenmiş hastane odasındaki en küçük aksesuar bile bir anda işkence aletlerine, ortam ise işkence alanına dönüşüyor. Başarılı dekor tasarımlarıyla dikkat çeken ödüllü isim Selim Cinisli ve sahnedeki yanılsamaları ve şoke eden anları ışık tasarımıyla sunan Mustafa Türkoğlu, oyunun en büyük destekçileriydi. Deniz Önal'ın kostüm tasarımları da her rolün karmaşasını izleyenlere sunacak nitelikteydi.
İyi ile kötü arasındaki ilişkiyi sorgulamaya; daima iyilik yapan birinin bir anda aşırı oranda kötülük yapmaya da eğilimli olabileceğini veya tam tersi şekilde kötü diye nitelendirdiğimiz kişilerin ve şeylerin aslında bir iyiliğe kapı aralayabileceğini düşündürmeye; insan denen varlığın karmaşık bir yapıya sahip olduğunu kabullenmeye iten bu oyun her yönüyle izlenmeye değer.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.