Vazodaki elma ve hayatı zorlamamak!..
Konfüçyüs, örneklerle anlatırdı.
Bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun örneklerle göstermek olduğunu iyi bilirdi.
Bir gün öğrencilerinin karşısına geçti.
Eline bir vazo aldı ve tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tuttu.
Diğer elinde, bir elma vardı.
Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içine bıraktı.
Sonra, vazoyu yere koydu ve şöyle dedi:
"Elmayı vazodan çıkarmayı başaran, elmayı yiyebilir."
Çocuklardan biri çok acıkmış olmalı ki; ilk o davrandı ve elini vazonun içine soktu.
Tabi vazonun ağız kısmı dar.
Elmayı yakaladı yakalamasına da; bırakın elmayı, elini bile çıkartmayı başaramıyordu.
Şaşkınlık ve panikle "Elimi çıkaramıyorum!.." dedi.
Olacakları öngören ve örneğin tam kıvama geldiğini gören Konfüçyüs;
"Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" dedi.
Ama elma yemenin heyecanına ve yakalamış olmanın sahiplik güdüsüne kapılan çocuk, elmayı elinden bırakmak istemiyordu.
Tabi sonunda zorunlu olarak elmayı bıraktı.
Elini vazodan çıkardığında, yüzündeki şaşkınlık herkesçe fark ediliyordu.
Hocasına döndü ve "elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?.." diye sordu.
Konfüçyüs, sakin bir hareketle bir eliyle vazoyu alıp ters çevirdi.
Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü.
Çocukların hepsi gülmeye başladı.
Aslında bu kadar basit bir şeydi bunu yapmak!..
Elmayı eline alıp, herkesin göreceği şekilde yukarıda tutan Konfüçyüs devam etti;
"Fakat bu, göründüğü kadar basit değil..
Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir.
Onu bırakabilmek de bir beceridir.
Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.
Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz.
Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekârlığı hemen durdurmalısınız.
İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz..."
***
Han ve Yolcu
Günlerden bir gün, zamanın ünlü bir bilgesi hükümdarın sarayının kapısına geldi.
Muhafızların hiçbirisi saygıları nedeniyle onu durdurmaya çalışmadı.
Bilge, sonunda hükümdarın tahtında oturduğu odaya girdi.
Ziyaretçisini hemen tanıyan kral saygıyla ayağa kalkıp sordu:
"Ne istiyorsun? Sana nasıl yardım edebilirim?"
"Bu handa uyuyacak bir yer istiyorum" cevabını verdi bilge.
Kral kızgınlığını gizlemeye çalışarak;
"Ama burası han değil ki…
Benim sarayım." dedi.
Bilge;
"Sorabilir miyim: Senden önce bu sarayda kim yaşıyordu?"
"Babam."
"O şimdi nerede?"
"O öldü… "
"Ondan önce kim yaşıyordu?"
"Büyükbabam."
"Peki o nerede şimdi?"
" O da öldü… "
"O zaman burası insanların kısa bir süreliğine gelip kaldığı, sonra da terk edip gittiği bir yer demek ki…
Neden ona han demeyeyim ki?.."
***
Hedefe ulaşmayı istemek…
İdeal ve bir iddia sahibi olmak,
Bunun için azmetmek/mücadele vermek/çabalamak…
Evet, çok önemli/değerli ve olması gerekendir.
Ama bu hedef sahipliği, hırsın esiri yaparsa, gözünü köreltir/aklı ve akılcılığı unutturursa; tıpkı vazodan elini çıkartamayan öğrenci gibi, elini de verir, kolunu kaptırırsın.
Hedefe ulaşamadığın gibi sahip olduklarından da olursun.
Bazen bırakmayı bileceksin,
Yanlıştan dönecek,
Maceraperest olmayacak,
Hırsa kapılmayacaksın.
Aksi takdirde, hırsın kurbanı olacağını, hem de en acı şekilde göreceksin!..
Çünkü hayat böyledir,
An gelir; "…benden bu kadar" demek gerekir.
Hayat bir kompozisyondur; "giriş/gelişme/sonuç" bölümleri vardır.
İnsan da "doğar/büyür ve ölür.."
Bilge boşuna dememiş; "madem buraya gelen kısa kalıyor ve sonra terk edip gidiyorsa, neden han demeyeyim.." diye…
Aynen onun gibi, dünya bir misafirhanedir,
İnsan ise onda az kalacak bir misafirdir.
Bir an geldi; doğduk ve hayata geldik,
Büyüdük; belki büyümeye bile fırsat bulamadık,
Ki;
Başka bir an geldi; hayata gelmemize vesile olan sevdiklerimizi yitirdik.
Ve öyle bir an geldi ki; kendimiz öldük ve hayattan gittik…
Hayat buysa,
Bu hayat böyleyse,
Gelen gidiyor,
Giden dönmüyor,
Uğruna elimizi verip/kolumuzu kaptırıp ve hatta haysiyetimizi unutup, canlar alıp/kanlar döküp/canlar yaktığımız "elmalar" mezarda yenmiyorsa;
Dünya denen bu handa, hangi oyunda/oynaşta,
Neyin kavgasında/hırsında ve sahipliğindeyiz!..
Son tahlilde; "El elde, baş başta"…
Hayyam'ın sözleriyle bitiriyorum;
"Niceleri geldi neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler…
Sen; hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler…
Bu dünya kimseye kalmaz bilesin,
Er-geç kuyusunu kazar herkesin...
Tut ki; Nuh kadar yaşadın zorbela,
Sonunda, yok olacak sen değil misin?.."
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
Bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun örneklerle göstermek olduğunu iyi bilirdi.
Bir gün öğrencilerinin karşısına geçti.
Eline bir vazo aldı ve tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tuttu.
Diğer elinde, bir elma vardı.
Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içine bıraktı.
Sonra, vazoyu yere koydu ve şöyle dedi:
"Elmayı vazodan çıkarmayı başaran, elmayı yiyebilir."
Çocuklardan biri çok acıkmış olmalı ki; ilk o davrandı ve elini vazonun içine soktu.
Tabi vazonun ağız kısmı dar.
Elmayı yakaladı yakalamasına da; bırakın elmayı, elini bile çıkartmayı başaramıyordu.
Şaşkınlık ve panikle "Elimi çıkaramıyorum!.." dedi.
Olacakları öngören ve örneğin tam kıvama geldiğini gören Konfüçyüs;
"Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" dedi.
Ama elma yemenin heyecanına ve yakalamış olmanın sahiplik güdüsüne kapılan çocuk, elmayı elinden bırakmak istemiyordu.
Tabi sonunda zorunlu olarak elmayı bıraktı.
Elini vazodan çıkardığında, yüzündeki şaşkınlık herkesçe fark ediliyordu.
Hocasına döndü ve "elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?.." diye sordu.
Konfüçyüs, sakin bir hareketle bir eliyle vazoyu alıp ters çevirdi.
Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü.
Çocukların hepsi gülmeye başladı.
Aslında bu kadar basit bir şeydi bunu yapmak!..
Elmayı eline alıp, herkesin göreceği şekilde yukarıda tutan Konfüçyüs devam etti;
"Fakat bu, göründüğü kadar basit değil..
Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir.
Onu bırakabilmek de bir beceridir.
Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.
Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz.
Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekârlığı hemen durdurmalısınız.
İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz..."
***
Han ve Yolcu
Günlerden bir gün, zamanın ünlü bir bilgesi hükümdarın sarayının kapısına geldi.
Muhafızların hiçbirisi saygıları nedeniyle onu durdurmaya çalışmadı.
Bilge, sonunda hükümdarın tahtında oturduğu odaya girdi.
Ziyaretçisini hemen tanıyan kral saygıyla ayağa kalkıp sordu:
"Ne istiyorsun? Sana nasıl yardım edebilirim?"
"Bu handa uyuyacak bir yer istiyorum" cevabını verdi bilge.
Kral kızgınlığını gizlemeye çalışarak;
"Ama burası han değil ki…
Benim sarayım." dedi.
Bilge;
"Sorabilir miyim: Senden önce bu sarayda kim yaşıyordu?"
"Babam."
"O şimdi nerede?"
"O öldü… "
"Ondan önce kim yaşıyordu?"
"Büyükbabam."
"Peki o nerede şimdi?"
" O da öldü… "
"O zaman burası insanların kısa bir süreliğine gelip kaldığı, sonra da terk edip gittiği bir yer demek ki…
Neden ona han demeyeyim ki?.."
***
Hedefe ulaşmayı istemek…
İdeal ve bir iddia sahibi olmak,
Bunun için azmetmek/mücadele vermek/çabalamak…
Evet, çok önemli/değerli ve olması gerekendir.
Ama bu hedef sahipliği, hırsın esiri yaparsa, gözünü köreltir/aklı ve akılcılığı unutturursa; tıpkı vazodan elini çıkartamayan öğrenci gibi, elini de verir, kolunu kaptırırsın.
Hedefe ulaşamadığın gibi sahip olduklarından da olursun.
Bazen bırakmayı bileceksin,
Yanlıştan dönecek,
Maceraperest olmayacak,
Hırsa kapılmayacaksın.
Aksi takdirde, hırsın kurbanı olacağını, hem de en acı şekilde göreceksin!..
Çünkü hayat böyledir,
An gelir; "…benden bu kadar" demek gerekir.
Hayat bir kompozisyondur; "giriş/gelişme/sonuç" bölümleri vardır.
İnsan da "doğar/büyür ve ölür.."
Bilge boşuna dememiş; "madem buraya gelen kısa kalıyor ve sonra terk edip gidiyorsa, neden han demeyeyim.." diye…
Aynen onun gibi, dünya bir misafirhanedir,
İnsan ise onda az kalacak bir misafirdir.
Bir an geldi; doğduk ve hayata geldik,
Büyüdük; belki büyümeye bile fırsat bulamadık,
Ki;
Başka bir an geldi; hayata gelmemize vesile olan sevdiklerimizi yitirdik.
Ve öyle bir an geldi ki; kendimiz öldük ve hayattan gittik…
Hayat buysa,
Bu hayat böyleyse,
Gelen gidiyor,
Giden dönmüyor,
Uğruna elimizi verip/kolumuzu kaptırıp ve hatta haysiyetimizi unutup, canlar alıp/kanlar döküp/canlar yaktığımız "elmalar" mezarda yenmiyorsa;
Dünya denen bu handa, hangi oyunda/oynaşta,
Neyin kavgasında/hırsında ve sahipliğindeyiz!..
Son tahlilde; "El elde, baş başta"…
Hayyam'ın sözleriyle bitiriyorum;
"Niceleri geldi neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler…
Sen; hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler…
Bu dünya kimseye kalmaz bilesin,
Er-geç kuyusunu kazar herkesin...
Tut ki; Nuh kadar yaşadın zorbela,
Sonunda, yok olacak sen değil misin?.."
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.
Ümit Yılmaz
Erkan Yılmaz
Ömer F.
Zafer
Şefika K.
Ahmet Tufan
Mehmet Haksever
Fatih Sarul
Fatih Yücel
Semih Kara