17 - 25 Aralık tarihi acaba neyin ve kimlerin miladı?
Evet bir milattır gidiyor, Fetöcülerinde, Fetöcü olmakla itham edilenlerinde koruyucu ve kurtarıcı kalkanı..
Peki ama kimler için milattır? Yoksa Fetö terör örgütü bu tarihe kadar masum muydu?
Oysa'ki 17-25 Aralık 2013 tarihi yıllardır devam etmekte olan bir ihanet, kumpas ve kuşatma hazırlığının final kısmı idi.
Hatırlayalım ve hatırlatalım isterseniz; T.S.K.’ne yapılan operasyonları hatırlayalım,
Bu yüzden açılan davaları ve görevden alınan, hatta cezaevine atılan birçok muazzaf askeri, acaba onların yerine atanan isimler bugün neredeler?
Ya Bülent Arınç'a suikast olacağı bahanesiyle Genel Kurmay'ın kozmik odasına girilmesi hadisesi!
Gayet tabi oradaki milli sırların Amerika ve İsrail'e ifşa edilmesini, gezi olaylarını, ard arda yapılan terör eylemlerini, Zekeriya Öz gibi Fetöcü savcıların bizzat şekillendirdiği davaları, dershanelerin kapatılması sürecinde hükümete ve başta Sayın Erdoğan'a açtıkları savaşı, suikast girişimlerini, futbol takımları, dernek ve devletin kritik birçok birimine sızmaları, sızdıkları bu yerlerin sevk ve idaresini ele geçirmek için uyguladıkları ahlak tanımaz kirli planları, sınav hırsızlıklarını, kaset skandalı ile başlayan CHP’nin kuşatılma sürecini ve daha saymakla bitmeyecek binlerce kirli illegal işleri!
Her birisi aslında bu oyunun ayrı ayrı sahneleri idi..
Anlayacağınız 17 Aralık bu terör örgütünün pişirdikleri maklubelerini servis ettikleri zamandı!
Yani programın hazırlık aşaması çok daha gerilerde, o yüzden bu milattan medet bekleyen şaibeli isimler ne kadar masum olduklarını bunlarla mazide yaşadıkları her türlü çıkar, menfaat, ortaklık ve ihanet işbirliği ile değerlendirildikten sonra kamu vicdanında kabul göreceğini bilmeliler..
Tavsiye niteliğindeki uyarılar ise bu manevi mesuliyeti taşımakla mükellef olan icra heyetinin gözünün önündeki sis perdesinin kalkmasına vesile olur umarım.
Bugün bakıyorum'da namlı Fetöcülerin neredeyse büyük bir kısmı tahliye edildi ve hayatlarına kaldıkları yerden adeta araya giden zamanlarını telafi edercesine yaşıyorlar, ticarete de devam ediyorlar, siyasete de!
Peki ya içerdekiler?
Onların içinde cezaevinde kalmayı ibadet kabul eden Fetöcülerde var (ben bunlara gönüllüler diyorum), kullanıldıktan sonra miadı dolan Fetöcülerde! Hatta aralarında Fetö terör örgütünün ihanetine uğrayan örgüt üyeleri dahi var.
Hiç şüphesiz'ki bunun beraberinde iftiraya uğramış masum vatandaşımız olduğu gibi, bunların hayırlı hizmetler yaptığına inanan ve en safi duygularla yardım yapanlar dahi bedel ödeyenler içinde var.
Ancak şu kaçınılmaz bir gerçek ki; ne hak yere yatan gariban için tahliye edilmesi her şeyin kaldığı yerden devam etmesi anlamına gelmedi ve asla gelmeyecek, hayat onlar ve aileleri için maalesef hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak.
O yüzden yetkililere burada çok iş düşüyor, ama asıl işin sırrı o yetkililere yetki verenlerde.
Adalet elinde tabela ile Ankara - İstanbul yolunda yürümekle bulunmayacağı gibi, İstiklal Mahkemeleri veya 27 Mayıs, 12 Eylül mahkemelerinin neticelerinde masumların boynuna yafta takarak darağacında cinayet işleyen katillerin vicdanında da bulunmaz....
Dedemden dinlemiştim; ortağı Kel Osman birinci dünya savaşında Yemen veya Filistin cephesinde savaşa katılmış Alman komutan emrindelermiş. Bir gün Çankırı'dan ailesinden mektup geliyor, mektubun sonunda inek sattıklarından ve harçlık olarak bilmem kaç Reşat altın gönderdiklerinden bahis varmış.
Oysa Kel Osman bakıyor zarfta altın yok! Haliyle iş büyüyor ve Alman komutana kadar intikal ediyor. Tercüman aracılığıyla ile durum anlatılınca komutan; ‘Alman adaletini mi istiyorsunuz, Türk adaletini mi ?’ diye sorar.
Kel Osman, milliyetçi güdüsüyle ‘Türk adaletini istiyorum’ diyecekken tercüman uyarır; ‘Alman adaletini iste’ diye ve ‘Alman adaletini istiyorum’ der.
Komutan Mektupta kaç Reşat olduğunu sorar ve kasayı açıp o kadar Reşat altını verir. ‘Mektubu bırakıp gidin’ der.
Bizim Osman Ağa ne olduğunu anlayamaz, tercümana sorar Türk adaletini istesem ne olurdu? Tercüman; ‘O zaman mektubun ilk postaya verildiği yerden eline geçene kadar tüm posta memurluklarıyla yazışmalar başlardı'ki zaten o zamana kadar ne askerlik kalırdı ne savaş’
Evet belki şimdi de aynı soruşturma yapılacak ancak ortada mağdur kimse olmaması için uygulama bu şekilde oluyor der.
Örnekleri çoğaltmak tabi ki mümkündür;
Alman Kralı II. Frederick 1750 yılında Potsdam’dan geçiyor. Orayı çok beğeniyor ve “Bana şuraya bir saray yapın” diye emir veriyor.
Ertesi gün kralın adamları gidip bakıyorlar ki beğendiği yerde bir değirmen var.
Adamlar kapıyı çalıyor, yaşlı değirmenci açıyor.
– Buyurun?
– Bizi Kral gönderdi, geçerken burayı görüp çok beğendi, sizden satın alacak. Kaç para istiyorsun?
– Satmıyorum ki ne parası?
– Saçmalama Kral istedi.
– Bana ne! Kim olursa olsun, ben satmadıktan sonra kimse alamaz ki!
Adamları gelip Kral’a diyorlar ki;
– Efendim beğendiğiniz yerdeki değirmenci deli. “Satmıyorum” dedi.
– Çağırın bakalım bana şu adamı.
Değirmenci gelip, Kral’ın karşısında duruyor.
II. Frederick:
– Yanlış anladınız herhalde beyefendi, ben satın almak istiyorum orayı. Kaç para?
– Yoo. Yanlış anlamadım, adamların da dün bunu söyledi ama satmıyorum!
– Beyefendi inat etmeyin, paranızı fazlasıyla vereceğim.
– Sen koskoca Kralsın, paran çok, git Almanya’nın istediğin her yerine saray yap. Burayı benden önce babam işletiyordu. Ona da babasından kalmış, ben de çocuğuma bırakacağım. Satmıyorum!
II. Frederick ayağa kalkıyor;
– Unutma ki ben Kralım!
Değirmenci bakıyor ve diyor ki;
– Asıl sen unutma ki Berlin’de hakimler var! Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz. Orada oturamaz.
Potsdam’da Sansosi Sarayı. Saray ve değirmen yan yana. Kral ve değirmenci adaletle komşu oluyor.
Sabahları II. Frederick arka bahçeye çıktığında değirmenci sesleniyor;
– Hey Frederick, ekmek yaptım göndereyim mi?
II. Frederick diyor ki;
-“Adalet her sabah bana, sıcak bir ekmek kokusuyla gelirdi."
Yıllardır Hukuk Fakültelerinde anlatılan “Berlin’de hakimler var” adlı bu hikayenin bir gayesi illaki olmalıdır.
Gayet tabi bizimde anlatacak çok ilham öykülerimiz var;
Selimiye Camisinin yapımı için Cami arsasının kamulaştırılması da Sultan 2. Selim'e gayrimüslim arsa sahibinin yaşatmış olduğu zorluk ki dillere destandır, hatta Mimar Sinan Lale bahçesi sahibi adamın yaşattığı sıkıntıları caminin bazı yerlerine çizdiği ters lale motifi ile nakşetmiştir.
Fatih Sultan Mehmet Han'ı Kadıya dava eden Hıristiyan Mimar'a davayı kazandıran adalet ise ondan aşağı kalacak bir ibretlik olay değildir.
Tarlasından bulduğu altın dolu küpü tarlanın eski sahibine vermek için mahkemeye taşıdığı ısrarı ve daha binlercesi..
Acaba hangisi bizim Fakültelerde anlatılıyor?
Misaller hayli fazla yeter ki vicdan terazimiz nefsimizin etkisinde kalmasın. İnanıyorum ki, güzel günler er veya geç gelecek.
Aslında bizim dinimizin emrettiği, başta Peygamber Efendimizin S.A.V. üzerinde titizlikle durduğu Halifelerimizin, Padişah ve birçok devlet adamlarımızın dahası kanaat önderlerimizin örnek hayatlarında tatbik ettiği yasam tarzı.
Ancak günümüzde güçlünün haklı olduğu bir önyargı halini olarak dimağlara yerleşen adalet.
Umarım en kısa sürede mantık ve vicdan terazisine uygun, hak edenin cezasını çekeceği suçsuz ve masumun ne hak yere bedel ödemeyeceği adil ve hızlı bir yargı sistemini tatbik etmek tarihini adalet ve cesaretle yazan bu necip millete de kısmet olur…
Selam ve dua ile...