Bugün size yine sürgünün acı hatıraları ile ilgili olarak bazı konuları yazmak arzusundayım.
Şehzade Mehmed Orhan Efendi, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın oğullarından Şehzade Mehmed Abdülkadir Efendi’nin büyük oğluydu. Vatandan çıkarıldıktan tam 68 yıl sonra 1992 Ağustos’unda İstanbul’a gelişinin medyaya yansımasıyla tanımıştı onu Türkiye. Yaşı 83’ü bulmuştu artık. Gözleri çok az görüyor, konuşurken nefesi kesiliyordu. İstanbul’da kaldığı 2 hafta boyunca, doğduğu şehir ve halkıyla hasret gidermeye çalıştı. Vatandan 68 uzun yıl süren ayrılığın yanında o çok kısa kavuşma ile ilgili intibalarını 1994 yılı başında TGRT mikrofonlarına şöyle anlatıyordu:
“
Kendi vatanımı gördüm. Cenabı Hakk’a dua ettim ki ben ölmeden evvel bir kere vatanımı gördüm diye. Vatandaşlarımla orda konuştuğum zaman içim açıldı. Hem onlar hem ben beraber ağladık.”
Mehmed Orhan Efendi 15 yaşını süren bir delikanlı iken çıktığı vatanını ölmeden önce bir defa daha gördüğü için Allah’a şükrediyor ve İstanbul’a tekrar gitmeyi arzuluyordu: “
Ben vatanımı severim. Ve bir kere daha ölmeden gitmek istiyorum. İnşallah gelecek sene bir 20 gün, bir ay için gideceğim. Zaten ne kadar ömrüm kaldı ki…”
Ama yaşlı Şehzade bu arzusuna ulaşamadı. 12 Mart 1994’te Fransa’nın Nice şehrinde, 30 metrekarelik kiralık odasında 85 yaşında vefat etti. Cenazesi iki gün sonra yeğeni Melike Hanımsultan tarafından bulundu. 14 Mart 1994 günü Nice’in 10 km kuzeydoğusundaki bir tepenin üstünde bulunan Doğu Yakası Mezarlığı’na defnedildi. Hâlbuki Şehzade son röportajında mümkün olduğu takdirde doğduğu yere, 70 yıl hasret yaşadığı yere, İstanbul’a gömülmek istediğini belirtiyordu:
“
Vefatımda kabil olursa tabii İstanbul’a, vatanıma defnedilmek isterim. Kabil olmazsa nereye olursa olsun. İstanbul olmadıktan sonra neresi olursa benim için hepsi bir. Kabilse İstanbul’da, dünyaya geldiğim yerde yatmak isterim. Ölürsem, kabilse Türkiye’ye gönderirler. Değilse nerde ölürsem orada gömerler.” Şehzade Mehmed Orhan Efendi’nin mezarının durumunu, 2006 yılı sonunda TRT’de gösterime giren “
Osmanoğlu’nun Sürgünü” belgeselinin çekimleri sırasında 2004 yılında görmüştüm. Vefatından 10 yıl sonra bile mezar, başucunda 10 yıl önce defin sırasında konulmuş ve üzerinde ismi yazan bir tahta parçasının bulunduğu bir düzlükten ibaretti. Elimden geldiği kadar çevreden bulduğum taşlarla mezarın sınırlarını belirlemeye çalıştım.
Merhum Şehzade’nin mezarının acı hikâyesini araştırmacı-yazar Dr. İbrahim Pazan’dan dinleyelim:
Şehzade Mehmed Orhan Efendi’nin kabrinin 2004’teki durumunu, yeğeni ve adaşı Şehzade Orhan Efendi’nin arşivindeki resimlerden görmüştüm. Bir padişah torununun hem de Hanedan Reisliği yapmış bir şehzadenin kabrinin böyle bakımsız kalması yüreğimi dağlamıştı. Sonraki zamanlarda merhum Şehzade’nin kabrinin yapılıp yapılmadığı konusunda hep bilgi almaya çalıştım. Bu konuda Nice ile ilgisi olan Hanedan Ailesi üyeleri ile yazıştım.
Gönlümden geçen, yakın çevremdeki ahbap ve arkadaşlarla aramızda para toplayıp Şehzade’nin mezarını mermerden yaptırmaktı. En fazla 3-5 bin Euro’ya yapılabileceğini düşünüyordum. Ancak 4-5 sene önce Paris’teki
Hanedan Vakfı’ndan gelen bir bilgi beni bu faaliyet konusunda frenlemişti. Söylediklerine göre Nice Belediyesi mezarın yaptırılması için Şehzade’nin birinci derece akrabalarının müracaatını mecburi tutuyordu. Şehzade’nin tek kızı 1933 doğumlu
Necla Sultan 2010’da Zürih’te vefat etmişti. Bu kızından büyük torunu
Mehmed Erol Brezilya’da, BPD hastalığına yakalanan diğeri
Osman Cem ise Zürih’te müşahede altında yaşamaktaydı. Sağlığında da Şehzade ile pek irtibatı olmayan 1943 doğumlu üvey oğlu
Mehmed Selim’in ise nerede olduğunu bilmiyordum. Muhtemelen Şehzade’nin mezarı, yine başucunda ismi yazılı bir levhanın iliştirildiği tahtanın bulunduğu bir düzlük olarak duruyordur diye düşünüyordum.
Nihayet Nice’e gidip Şehzade’nin mezarının durumunu gözlerimle görmeye karar verdim. İçimde belli belirsiz bir tedirginlik ve sıkıntı olmasına rağmen Nice şehrinin dışında ve ulaşılması hayli zor bir yerde olan mezarlığa 24 Kasım 2014 günü vardığımda nasıl büyük bir hayal kırıklığı yaşayacağımı tahmin edemezdim.
Doğu Yakası Mezarlığı bir tepenin yamaçlarında, sekiler halinde düzenlenmiş mezarlık parselleri şeklinde toplamda 2-3 futbol sahası büyüklüğünde geniş bir araziydi. Mezarlığın bir yerinden başlayarak yaptığım 1 saatlik bir koşuşturmadan sonra işin içinden çıkamayacağımı, bu kadar büyük bir alanda
Mehmed Orhan Efendi’nin kabrini bulamayacağımı anladım. Mezarlığın ana giriş kapısı önündeki idare binasına girerek ilgililere meramımı anlatmaya çalıştım. İngilizce anlamadıkları yüz ifadelerinden anlaşılan muhataplarım, beni içerideki odalardan birinde bilgisayar başında olan bir görevliye götürdüler. “
Ben, dedim, 1994 yılında vefat edip buraya gömülen Osmanlı prensi Mehmed Orhan Efendi’nin mezarını ziyaret edeceğim.”
“
Ah, Mehmed Orhan diye iç geçirdi görevli. Zayıf İngilizcesiyle devam etti: Mezar yeri kullanma ruhsatı için gerekli para yatırılmadığı için Nice Belediyesi onun mezarını boşalttı…”
Beynimden vurulmuşa dönmüştüm.
“
Nasıl yani, şimdi Mehmed Orhan Efendi’nin mezarı boş mu?” diye sordum. “
Peki kemikleri nereye götürüldü?” diye ekledim endişeyle. Sonradan adının Ahmed El Mahmoud olduğunu öğrendiğim görevli, “
Nice Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğünün kurallarına göre bir mezar yerinin kullanım ruhsatının alınması ve bu ruhsatın devam etmesi için belli bedellerin ödenmesi gerekiyor. Bu meblağ mesela 6 yıl için 200 Euro. 10, 20, 30 ve 50 yıl için ayrı tarifeler var. Bu ücretler yıllarca ödenmeyince, yeni ölümler için mezar yeri açmak amacıyla bu mezarlar Belediye tarafından boşaltılıyor. Sahibi çıkıp Belediye’ye baş vurmayan ve mezar yeri kullanım ruhsatı ücreti ödenmeyen bu mezarlardaki kemikler de “ossuaire” yani kemik çukuru denilen toplu mezarlara konuyor.”
Beynimin bir yeri söylenenlerin dehşet verici manasını anlamayı reddediyordu. Bir anlayış uyuşukluğu içinde,
“
Bu yer nerede peki?” dedim.
Görevli beni koridorun duvarında asılı büyük mezarlık krokisinin önüne götürdü. Tepenin eteğinde işaret ettiği bir yere bulunduğumuz yerden başlayarak nasıl gideceğimi tarif etti. Tepeden aşağı kıvrıla kıvrıla giden ve ziyaretçilerin genelde otomobilleriyle aştıkları uzun yolda yürümeye başladım. İrili ufaklı haçlarla ve heykellerle bezenmiş mezarlarla dolu sağlı sollu parsellerin önünden geçerken ruhum iyice daraldı. Sabahın o saatinde çevrede kimsenin bulunmamasından da istifadeyle bildiğim Kur’an-ı Kerim ayetlerini yüksek sesle okumaya başladım. İlahî kelam ıssız mekânda yankılandı. Ruhum inceldi, sesim titredi, gözlerimden yaşlar boşaldı. Sonunda 8-10 metre çapında, etrafı 1 metre yüksekliğinde bir duvar formu verilmiş şimşirlerle çevrili daire şeklinde bir alana eriştim. Şimşir duvarın bir yerinde geçit veren açıklıktan içeri adımımı attım. Zeminde 6-7 tane dikdörtgen şeklinde, iki ucunda kaldırma halkaları olan demir kapaklar yer alıyordu. Herhalde sahipsiz mezarlardan çıkarılan kemikler bu kapaklar kaldırılarak çukura atılıyordu. Dairenin ortasında, ilgisizlikleri sebebiyle mevtalarını kaybettikten sonra aklı başına gelmiş kişilerin koyduğu birkaç isim levhası bulunuyordu. Kendi babamın kemikleri mezarından çıkarılmış da bu çukura konulmuş gibi vicdan azabı çekerek dairenin bir kenarına iliştim. Bir Fatiha ve üç İhlas okuyup merhum
Şehzade Mehmed Orhan Efendi’nin ruhuna bağışladım.
Allah’a emanet olunuz sevgili okuyucularım!