Sizlere hatıralarımızı elimden geldiği kadar dört bölüme sığdırabilecek kadar, uzatmadan aktarmaya çalışırken atladığım bir çok şey olabilir.
Elimden geldiği kadar sizleri sıkmadan sadece önemli hatıralarımı yazmakla yetiniyorum.
Evet geçen hafta sıkça Beyrut ve Cünye’ye gidişimizi yazmıştım. Fakat bunlar içinde bir tanesi vardı ki hiç unutmam.
Bu yolculuğa babamla beraber çıkmıştık. Öncesinde yolculuğa hazırlandık ve taksi dolmuşa bindik. Lübnan istikametine yola çıktık.
Efendi babam yol boyunca bana nasihatlerde bulunuyordu. Çok önemli birini görecekmişiz, ailenin reisi gibiymiş. Ona çok saygılı olmamı ve bana sorulmadan konuşmamamı, oturduğum yerden hiç kalkmamamı bütün yol boyunca söyledi.
Nihayet Beyrut’a,meşhur El-Hamra Caddesi’ne geldik. Babama bu önemli kişinin kim olduğunu sordum.Bana “
Sultan dedemizin son evladı Şehzade Abid Efendi” dedi. ”
Saltanat devam etseydi Abid Efendi sultandı” dedi.Kendimce “
Vay be bir sultan çocuğu
göreceğim” dedim.
Binanın önüne gelince şaşkınlıktan bakakalmıştım. Taş bina çok eskiydi. Bir sultan evladının böyle bir yerde oturması garibime gitmişti. Babama neden böyle olduğunu sordum ama cevap vermedi.
Kapıya vurduktan bir süre sonra orta yaşlı bir bayan açtı, bizi salona aldı. Evin yardımcısıymış. Salon ufaktı, iki koltuk ve bir kanepeden oluşan eşyalar yüzyıllık gibi eskiydi.
Salonda bir iki dakika bekledikten sonra gözlüklü, orta boylu temiz yüzlü, nurlu simalı sultanın evladı girdi içeriye. Sakalı bıyığı yoktu belden hafifçe öne eğikti.
Babam hemen ayağa kalktı ve kalkmamız için bize de işaret etti. Sonra eğildi Şehzade Abid Efendi’nin elini öptü. Ben çok şaşırdım. İlk defa babamın birinin elini öptüğünü görüyordum. İşin ehemmiyetini daha iyi anladım.
Güzel güzel sohbet edildi ama ne yazık ki ben konuşulanları anlamıyordum. Çünkü Türkçe konuşuyorlardı. Bir ara Şehzade bana dönerek Arapça olarak “
Gel bakalım son şehzademiz,yanıma gel” demiş yanına gittiğimde de başımı okşamıştı.
Öyle bir insandı ki sanki o çocuk, ben büyüktüm. Ellerimi avuçlarına alıp bana sıkıca sarılmış ve çok şefkat göstermişti.
Şehzade Abid Efendi oturuşu, konuşması, hareketleriyle hafif ses tonu ve gülümsemesiyle beni mest etmişti. Onu çok sevmiştim.
O sene onu ziyaret ettiğimizde on yaşıma yeni girmiştim. Şehzade Abid Efendi hiç ama hiç gözümün önünden gitmedi. O senenin bir yaz gününde vefat ettiğini babamızdan duydum, çok ağladım ve beni kabrine götür dedim.
Ölümünden üç ay önce gördüğüm Şehzade artık Şam Osmanlı Mezarlığı’ndaydı.
Allah rahmet eylesin.
O zamanlar çocuk aklımda Şehzade’ye dair sorular hep içimi kemirirdi. Neden öyle eski püskü bir evde yaşıyordu?
Bu tip soruları sormam da sanki yasaktı. Babaannem bana hep şöyle derdi “
Deden kovuldu,herşeyi alındı ve diğerleri de öyle.” Başka birşey anlatmazlardı.
Babam “
Bunlar mazide kaldı, biz gene Allah’a şükür iyiyiz, orta halliyiz. Çok çektik hatta büyüklerimiz çok çekti ama senin bunları bilmen gerekmez, nelere sahip olduğumuzu neleri kaybettiğimizi düşünme. Sen hayatını kur, oku, dinini öğren, çalış ve mazinle gurur duy“ derdi.
Elbette babamın bir bildiği vardı. Belki dedelerimizin yaşantıları ve sonrasında sürgün hayatlarını ve ne çektiklerini bilsem belki düşmanlık beslerim diye çok teferruatlı anlatmıyordu.
Yıl 1974. O yıl babamın elinden kalem kağıt düşmüyordu. Mektup yazıyordu. Mektuplar Türkiye’deki Setia Hanım Sultan Halamız’a gidiyordu. Halamız Şehzade Selim Efendi ile Nemika Sultan’ın kızıydı. Eşi Osman Turan eski bir Demokrat Parti milletvekiliydi.
Babam bu halamıza neredeyse on günde bir mektup yollardı ve aynı şekilde cevap alırdı. Efendi babamıza bu mektupları neden yazdığını sorardım.
Postacı geldiğinde kapıyı ilk açan ben olduğum için gelen mektupların Türküye’den olduğunu biliyordum.
Zarfın üstündeki pullar ilgimi çekerdi. Babam içinden mektupları alıp zarfı bırakınca, pullarını alıp biriktirirdim. Bir gün pulun üzerindeki adamın resmini sordum babam “
Şimdi zamanı değil,sonra öğrenirsin” dedi.
Çok meraklı bir çocuktum, rahat durmayıp babanneme sormuştum, babannem asık suratla bana “
Bilmem sen bu pulları neden biriktiriyorsun, üzerinde manzara yok birşey yok ?“ demişti.
Benim tekrar tekrar ısrarla “
Babaanne kim bu pulların üstündeki adam, bizim devlet başkanı mı?” diye sorunca bana “
Hayır bu Cumhuriyeti kuran ve dedeni sürgüne gönderen” demesiyle babam devreye girdi ve biraz söylendi. ”
Bu çocuğa böyle şeyler
anlatma daha küçük, anlamaz. Gün gelir öğrenir.” Diyerek konuyu kapatmıştı.
O günden sonra bu konu evimizde kırmızı çizgilerden biriydi, hiç açılmadı ve ben de hiç sormadım.
Evet mektuplar geliyor, gidiyordu. Bir Ağustos günü gelen bir mektup herşeyi değiştirdi.
Babam mektubu aldı ve açtı. Okuduktan sonra gözleri yaşla doldu. Mektuba bir bakayım dedim ama Türkçe’ydi.
Validem geldi babama sordu babam hiç cevap vermedi, yerinden kalktı, seccadeyi serdi ve iki rekat namaz kıldı.
Validem çok meraklanmıştı “
Bu ne namazı şimdi Efendi,bir yer mi satıldı, yoksa para mı gelecek bir yerden?” diye sordu.Babam “
Yok ama çok daha iyi bir haber, Türkiye’ye giriş izni çıktı.“ dedi.
O anda hiç konuşmadım. Büyüklerimden öğrendiğim şeydi sevinçli bir haber alınca hiç konuşamadan iki rekat şükür namazı kılınırdı.
Allah’a şükür artık vatanımıza gidiyorduk. Ve sonra evde sevinç naraları atmaya başladım “
Türkiye,Türkiye Türkiye !! “ diye.Babam zor susturdu.
Babam halamızı telefonla arayarak uzun uzun konuştu. Telefon dediysem o zamanlar o kadar kolay değildi. Santrale aramak istediğin numarayı bildirdikten beş altı saat sonra bağlıyorlardı.
Babam uzun uzun konuşunca halam “
Siz kapatın ben arayayım“ demiş. O gün evden dışarı çıkmadık. Halam arayacak diye ev halkı heyecanla bekledi. Telefon her çalışta hop oturup hop kalktık.. Babam her arayanı kibarca “
Telefonu meşgul
etmeyelim,Türkiye’den önemli bir telefon bekliyorum“ diye uzatmadan kapattırdı.
Sonunda telefon geldi ve halamız babamla Türkiye’ye nasıl geleceğimizi konuştu. Bütün masrafları, gidiş dönüş uçak biletini ve otel masraflarını halam kendisinin karşılayacağını söyledi.
Babam havalara uçuyordu. Pasaport vardı ama vize gerekmekteymiş. Ben çok şaşırmıştım babama “
Ne vizesi bu,biz kendi ülkemize vizeyle mi gireceğiz?“ dedim.
Ama işler benim düşündüğüm gibi değildi, vizesiz giremiyorduk.
Vizeler alındı, heyecanla yola çıktık. Annem, babam ve ben İstanbul’a geldik. İstanbul’da havalimanına indiğimizde o kadar çok mutluyduk ki adeta havalara uçuyorduk. Bu duyguyu anlatabilmem, tarif edebilmem mümkün değil.
Bizi havalimanından alıp bir otele yerleştirdiler. O gün dinlendik ve sonra İstanbul gezisi başladı.Halam benimle Arapça konuşurdu. Topkapı Sarayı’nı ve camileri gezdik.
Sonra halamın tanıdığı ve Türkiye’ye kesin dönüş yapmamızın sebebi olan Rahmetli Türkeş’in de yakın dostlarından eski MHP’li Sayın Ahmet Yüksel (Allah rahmet eylesin) bizimle çok ilgilendi.
Bizi Bilecik’e, Söğüt’e götürüp gezdirdiler. Ve ben de anlayım diye birgazeteciyi Arapça-Türkçe tercüman olarak tutmuşlardı.
Evet dostlarım ben bu yazı dizimde sizlere,olaylara içerden bakan biri olarak hanedan sürgününün bizlere neler hissettirdiğini,neler yaşadığımızı anlatmaya çalıştım dostlarım Suriye, Lübnan ve Şam’la ilgili ve Türkiye’ye gelişimizle ilgili birşeyler
yazdık. Umarım sizleri sıkmamışımdır.
Bir başka yazı dizisinde inşaAllah Türkiye’de kalışımızı ve burdaki hayatımıza nasıl devam edişimizi yazarım.
Allah kimseyi vatansız bırakmasın.
Allah’a emanet olunuz!!