Bize demokrasi dersi veren, Fransa, İngiltere, Almanya, İspanyollar hatta Araplar esir ticaretini ellerinde tutmak için birbirleri ile savaştılar, anne, baba, kardeş, akrabalar birbirinden koparılıp sahildeki kalelerden yeni dünyalara gönderildi. Sömürgecilikle de varlıklarının özü olan kültürleri, kimlikleri, onurları ve lisanları ellerinden alındı.
Afrika deyince aklınıza ne geliyor? Küçüklü, büyüklü, sayısız ülke, siyahlar ve siyahlık, yamyamlar, pigmeler, Masai Savaşçıları, kızıl ve turuncu kum tepeleri, aslanlar, pijamalı atlar; yani zebralar, yaban öküzü sürüleri, ünlü fotoğrafçı “Kevin Carter’in ödüllü açlıktan ölmekte olan ufak çocuğu sabırsızlıkla bekleyen akbaba fotoğrafı”, zarif zürafalar, ağaçları devirmiş fil sürüleri, kabile ve klanlar, masum bir yüz, iyi niyet, sıtma, kolera, tüm kara kıtaya hızla yayılan AIDS hastalığı, yuvarlak gri şapkası ile ünlü Afrika kaşifi Dr. Livingstone, ağzını açmış kurbanını bekleyen bir timsah, macera arayan batılı şımarık aristokratların, ayakları zavallı bir hayvanın üstünde Afrika av fotoğrafları, kesilmiş yüzlerce cesedin yattığı Ruanda ve Liberya’nın dar sokakları, sırtındaki bebek ve başındaki yükle su doldurmaya giden çilekeş Afrika kadını, kalın gövdesi ve içerdiği su nedeniyle yanmayan şişe şeklindeki baobab ağaçları, dört ülkenin sınırını oluşturan derin bir vadiden akan Zambezi nehri, avını kovalayan bir aslan, ardından artan leşi yemeğe hazırlanan sırtlan ve akbabalar, iri siyah gözleri ve yuvarlak kulakları ile suyun içinde bize bakan bir su aygırı, sonsuz savanlar, kuraklık, coşku ve keder dolu Afrika ritimleri, düz siyah saçların titizlikle örüldüğü berber dükkanları, birkaç kuruş için turist gruplarına yarı çıplak gösteri yapan gururlu
Zulular, iki hatta üç ülkenin paylaştığı dünyanın en geniş ve görkemli Şelalesi Viktorya, ünlü yazar ve acımasız avcı Ernest Hemingway’in romanı ile tanınan ve artık global ısınma sonucu zirvesinde karları da eriyen Kilimanjero Dağı, çevresine hayat veren dünyanın en uzun nehri Nil, kahve, kakao, muz, kereste, yerfıstığı, çay, altın, platin, elmas portakal ve kauçuk, Katherine Hepburn ile Humpery Bogarti’yi buluşturan “Queen of Africa” filmi ile ünlenen arkadan çarklı nehir gemileri, saz kaplı kulübeler, her derde deva büyücülük, sihirbazlık ve vudu, doğanın beş büyüğü, aslan, leopar, fil, gergedan ve bufalo. Açlık hissedince hamileliğini durdurabilen impalalar (geyik türü) daha neler neler var Afrika’nın gizemli coğrafyasında. Tüm renklerin ve kokuların coştuğu Afrika’da bir parlak gece bütün öğelerin üstüne örterek bitiyor. Bir dönemin Amerikan Western filmleri gibi, bugünde Afrika Batı dünyasının ekrandaki son eğlencesi.
Fillerin ayaklarına, timsahların ağızlarına, kuşların yuvalarına, kaplanların inlerine yerleştirilmiş gizli kameralarla çekilen belgesellerle Afrika artık evlere taşınıyor. Bitki ve hayvan dünyasının sırları tek tek çözülüyor. Çünkü “Aç Afrika” batılı için “koca bir sirk”. Arada bir “insanlık adına” çuvallar dolusu kullanma tarihi geçmiş “süttozu” ile “unun” gönderildiği geniş bir alana yayılmış bir sirk.
Beni hiçbir kıta “Afrika” kadar çekmiyor. Orada “renkler” başka, orada “gök” başka, orada “toprak” başka, orada “gülümseme” başka, orada “öfke” ile “nefret” başka, kısaca her şey farklı.