İnsan beşeri bir varlık olarak bu en azından saygı duyulması gereken müthiş çabalara rağmen hala zaman ve mekânla mukayyet. Zamanın ve mekânın esiri olarak, esareti altında olduğumuz ve atomdu/ atom altıydı/ kuantum fiziğiydi/ göreceli zamandı vs. modern fiziğin tüm gayretlerine rağmen henüz bu mefhumların bizi sınırlayan şartlarından kurtulabilmiş değiliz. Yani, zaman ve mekânın üzerimizdeki hükümranlığı tüm şiddetiyle devam ediyor malumu aliniz. Mademki durum en azından fiziğin insan adına şartları değiştirecek hamlelerine kadar böyle o halde zaman ve mekânın şu haliyle hayatımızdaki yerini iyi tayin etmeliyiz diye düşünüyorum zira zaman ve mekânla sağlıklı bir bağ kuramayan zihinler çok çeşitli psikolojik/psikiyatrik rahatsızlıklara maruz kalabiliyorlar. Yaşadığı anı kıymetlendiremeyenler ya ileriye ya da geriye doğru kaçışlara müracaat edebiliyor. Modern zamanların ortaya çıkardığı değerler yelpazesiyle asgari ölçüde de olsa ünsiyet geliştiremeyip düne ya da yarına sığınan zihinlerde/toplumlarda ise farklı kişilik/toplum travmaları, duygusal/toplumsal çöküşler zuhur edebiliyor.
Sanki hiçbir kusurlu tarafı yokmuşçasına düşünsel planda ve tüm formlarıyla geçmişin, bir hayali mazi güzellemesi içerisinde bugünlere ısrarla taşınması gayretleri de kişisel/toplumsal anlamda zaman ve mekanla doğru, sağlıklı ve gerçekçi bir bağ kuramamamızdan neş’et ediyor zannımca..
Mesela,“ Nerede o eski günler?” , “Ah, eski Ramazanlar böyle miydi? , “ Eski İstanbul mu kaldı?” vb. yakınmalar, toplumsal bir koro halini almış nostalji hastalığı diyebileceğimiz şikayetlenmeler, anın canlı bir paydaşı olamamak, yaşadığımız zamanı ve mekanı değerli kılacak bir şey üretememekten doğan sızıldanmalar, beyhude inlemeler değil de nedir?
Başka bir yazımda bahsetmiştim yeri geldiği için ve önemine binaen tekrar edeyim:
Ben fakir de bilhassa lise ve üniversite yıllarında bir bahar yorgunluğu olurdu hep. Yani tabiat canlanırken adeta benim ruhum sönerdi. Bu mevsimsel değişiklikler beni adeta ruhsal ve fiziksel açıdan çarpardı. İşte yine böyle günlük güneşlik bir İstanbul baharını üniversite öğrencisi olarak karşılaştığım demlerdi. İkinci sınıftaydım zannedersem ve tüm istek ve iştiyakımla arzu edip girmeyi başardığım rahmetli Haluk Dursun hocamızın yakın halkasınındaydım.
Hocamız öğrencisi olduğumuz Marmara üniversitesi Göztepe kampüsüne Çok yakın bir yerde ( galiba şimdiki Ziverbey durağı civarında) Cengiz Özdemir ile birlikte bir dernek açmıştı. Dernek yurtdışı Türk toplulukları ile ilgili çalışmalar yapmak maksadıyla açılmıştı diye hatırlıyorum.
Cumhurbaşkanımızın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde Kültür A.Ş. Müdürlüğü de yapmış, zaman / mekân mefhumunu üst düzeyde bir yorumla şehrin değerleri arasına katmaya matuf çalışmalara önayak olmuş ve halen de Esmedya İcra Kurulu Başkanlığını yürüten Cengiz Özdemir galiba derneğin başkanıydı.
Ders çıkışlarında bu derneğe uğruyor, hem hocanın rahle-i tedrisinde terbiye görüp ilim ve irfanımızı artırmaya çabalıyor hem de bazı evrak işlerinde derneğe yardımcı oluyordum. Tabii bu çabalarımız dernek tarafından bizlere burs verilmek suretiyle karşılıksız da bırakılmıyordu.
Nisan ayı gibi tahmin ettiğim ve baharın İstanbul’u sonsuz güzelliğiyle ele geçirdiği bir güneşli günde yine derneğe uğramıştım. Derslerin verdiği yorgunlukla beraber mahut bahar yorgunluğunun zirve yaptığı üzerimdeki bezginlik hali dışarıdan birileri tarafından dahi kolaylıkla fark edilecek kadar artmış olmalı ki vaziyetim rahmetli hocanın nazar-ı dikkatini çekti:
“ Oğuz! Hayırdır! Pek bir yorgun görünüyorsun, bir rahatsızlığın mı var? ”diye bana sual eyledi.
“ Evet hocam. Bendenizde bu mevsimlerde fiziksel yorgunluğa paralel bir de bahar yorgunluğu oluşuyor. Sanki nevbahar, çarpıyor hocam beni.” diye karşılık veriyorum.
“ Oğlum bu mevsim İstanbul için tenezzüh ayıdır, temaşa vaktidir. Havasını derinden teneffüs edebileceğin İstanbul’un açık alanlarında bolca vakit geçir ki için de, dışın da inşirah bulsun ” deyince rahmetli Hoca, ben de baltayı taşa vurduğumdan bihaber olarak:
“ Hocam kaldı mı İstanbul’da hala ruhumuza ferahlık verecek kadim mekânlar?” diye güya hocadan da tasvip bekleyen bir lafügüzafla kendisine karşılık veriyorum.
Hoca birden celalleniyor:
“Oğlum bırakın bu her şeyi inkar eden,anın güzelliklerini hiçe sayan batı hastalığı nostaljik yakınmaları. Benden hiçbir şey öğrenemediyseniz bari şu sık sık tekrar ettiğim sözü hatırlayın!”
“Ele geçmezse sevdiğimiz.
Çare ne ?
Eldekini sevmeliyiz..”
Rahmetli hocanın bana verdiği bu ders, belki de sınıfta verdiği tüm derslerden daha müessir oldu. Bu sayede hayatım boyunca nostalji hastalığına yakalanmamak düsturu benim için en önemli prensip haline geldi. Böylece İstanbul’dan İznik’e, Bursa’dan Edirne’ye, İzmir’den Ankara’ya, Sivas’tan Konya’ya, memleketim Tokat’tan Safranbolu’ya pekçok kadim şehrin hala yaşayan güzelliklerinin peşine düştüm ve bakmasını/görmesini bilenlere hala sırlarını açmaktan imtina etmeyen o efsunlu güzellikleri günyüzü ile görmek nasibim oldu.
İşte, geldi nevbahar eyyamı, açıldı gül ü gülşen deyip sizlerde şu güneşli, latif, bahar kokulu günlerde yaşayan İstanbul’un bizler için arz ettiği güzelliklerin peşine takılın. Bırakın kaybolan ve maalesef bir daha asla geri getiremeyeceğimiz dünün eski güzelliklerinin ardından yas tutmayı ve bugünün ne mutlu ki hala yaşayan mekânlarını ve o mekânlara sirayet etmiş vakt-i kadimi arayıp bulun.
Peki, nasıl mı yapacaksınız? Şöyle ki:
Git Üsküdar’a, in sahile, var Kuzguncuğa Fethi Paşa’ya çık. Gör İstanbul’un hala yaşayan, ben hala buradayım diye kısmetlilerini bekleyen güzelliklerini..
Olmadı bir Boğaz vapuruna bin. Mesela Adaları temaşa eyle. Hem bu mevsimde adaların mimozaları açıp sarılara boyamıştır etrafı, görmeye gözler ister haliyle..
Şair-i bedbaht Beşiktaşlı Nedim’in yurduna uğra, Kaptan-ı Derya Hızır Hayrettin Reis’e bir selam ver. Makamında bulamazsan da şaşırma, zira kendisi mana âleminin ummanlarında leventleriyle beraber donanması başında seyr ü sefer halinde olabilir. Çırağan’a doğru ilerle ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Trabzon’dan süt kardeşi Yahya Efendi’nin erguvan pembesine bürünmüş dergahında bul itminanı, dergah-ı Kâdirî’de ver imtihanı ve ruhsal inşirahla birlikte bedeni istirahate vuslat eyle..
Dur biraz, hemen ayrılma bulunduğun mahalden. Gelmişken karşı tepeye geç ve Hamid-i Sani merhumun otağı Yıldız’a çık. Asırlık ağaçlar arasında açan muhtelif renklerdeki çiçeklerin kokusunu kaygısızca ciğerlerine çek, mest ü mahmur ol. Mekânın sahibini de ihmal etme ve salat ü selam eyle ümmete, ümmetin son büyük halifesi cennet mekân II. Abdülhamid’e.
Hala nerede o eski İstanbul nostaljisinin menhus tesirinden kurtulamadıysan Beykoz’a uğra, Mihrabad açık. Hidiv Kasrı’nda, Çubuklu Korusu’nda öten bülbüllere kulak ver, ver ki sana hala yaşayan İstanbul’un varlığını ispat eylesinler.
“Benzin fiyatlarının el yaktığı bugünlerde hocam sen de bizi çok uzak semtlere gönderiyorsun?” diyecek olursanız da artık her ilçede açılmış Millet Bahçelerine uğra. Mesela Başakşehir, Sultangazi, Maltepe, Ataşehir vb. ilçelerimizin sınırları içinde yer alacak kadar yakınımızdaki Şamlar, Kemerburgaz, Belgrat, Kayışdağı, Aydos vb. şehir ormanlarımızda gözden kaybol. Kaybol ki kendini bulasın. Mart ayında dahi yağan bereketiyle karlar eridi ve bu şehir ormanlarındaki pek çok dere kar sularının erimesiyle kendi ritmik düzeni içinde harika bir musikiyle çağlıyor, çağıldıyor kaçırma. Kaçırma ki sesi kısık da olsa şırıldayan bu küçük derelerin ahenkli senfonisiyle gözün de, gönlün de açılsın. Senin için hem bu yol, bu tercih, “ Nerede Beykoz Çayırı, Çırçır, Kâğıthane mesire alanları her biri yok olup gitti? diye hayıflanmaktan daha anlamlı ve faydalı olacaktır.
Kâğıthane, Göksu, Alibeyköy dereleri bilirim eski coşkun ve billur akan günlerinden çok uzaktalar. Olsun yine de duyabilenler için bu mevsimde hala seyredilecek kadar olsun aheste beste akıp sefer halindeler deryalara doğru.
Kaymak Donduran’ın, Kayışdağı’nın leziz sularını yudumlamak, bahar aylarının hararetini dindirecek denli bolca bulmak belki bugünlerde zor olsa da mesela Üsküdar Kanaat Lokantası’nda taam ettiğin eski usul Osmanlı mutfağının derununda oluşturduğu yangıyı artık Hamidiye suyuyla olsun söndürmek pek de müşkil olmasa gerek değil mi?
İnsan zamana mekâna hükmetme çabalarının yorulmaz, uslanmaz aktörüdür. O kadar ki biz görebilir miyiz bilinmez ama bu fizikçilerin rahat durmadıkları/duramayacakları herkesin malumuyken yakın zamanda vaktin izafiliğinden hareketle Fiziğin mekânı da çok farklı yorumlayacağı günler yaşayacağız gibi. Zamanın ve mekânın etrafımıza çizdiği kalın duvarlardan kurtulup bu baskıdan farklı boyutlara ulaşacağımız günler gelecek çok da uzakta değil zannımca. İnsanın maddeye hükmetme mücadelesinin, tabiata galebe gelme çabasının son raddeleri diyebileceğimiz bu yeni evrede, bilim insana hangi imkânları sunarsa sunsun yaratılmış bir varlık olması münasebeti ile Âdemoğlu yeni maddenin, yeniden yorumlanmış zaman ve mekânın yeni / farklı bir tesiri altında kalmaya muhakkak ki devam edecek.
Batı dünyasında başlayan kadim Cennet algısını inkâr edip dünyada cenneti yaşamak hayallerinin, ölümü öldürme arzularının bir devamı olarak yeni insanlık hangi bilimsel ve teknolojik değişimleri yakalarsa yakalasın insan olmanın tabii olan kusurlarından ebedi olarak kurtulamayacak. Fakat bütün bunlara rağmen insanlığın adeta maddeyi ve zamanı aşma, mekânda yeni bir yol bulma çabalarını önemsemek, bu çabalara saygı duymak ve destek vermek mecburiyetimiz var.
İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren zamana ve mekâna müessir olmak gayretinde iken zaman ve mekânda insanı biçimlendiriyor, etkiliyor, değiştiriyor ve dönüştürüyor. Hâsılı insanlık henüz zamanın ve mekânın kendi üzerinde ihdas edebileceği olumsuzlukları teknik olarak engelleyebilecek güce ulaşabilmiş değil.
Öyleyse ne yapmalı?
Hocamız rahmetlinin ağzıyla dedik ya! Ele geçiremediklerimizle uğraşmayacak ve eldekileri bizim için kullanışlı hale getireceğiz. Son zamanların yaygın tabiriyle aurası yüksek insanlarla yine aurası yüksek mekânlarda kıymetli vakitler ihdas etmek pek de zor değil. Biraz ihtimam, az biraz gayretle eşyanın, anın üzerimizdeki fiziksel ve ruhsal tüm sıkıntılarını en hafife indirecek imkânlar oluşturmak gayreti içerisinde olursak hem bedenî, hem de ruhî pek çok rahatsızlığımızı adeta önleyici tıp çalışmaları kapsamında daha oluşmadan bertaraf etmek mümkün olacaktır.
Demem o ki, üzerimizdeki tesiri itibarıyla bizi strese sokmayan insanlarla güzel mekânlarda, hoş zamanlar geçirmenin yollarını arayıp bulmalıyız.
‘Dünyada mekân, ahrette iman’ buyurulmuş. Kimsenin ahiretteki imanını bilemeyiz, lakin dünyadaki mekânımızı belirlemek nispeten de olsa bizlere bırakılmış bir husustur. ‘Tebdil-i mekânda ferahlık var’ atalar sözünden hareketle bize maddi ve manevi duygularımız itibarıyla açıklık ve dahi aşkınlık verecek mekânları şairin dediğine nazire yaparak ifade edecek olursak:
O mekânı bul da bul! İlle İstanbul’da bul. Zaten aradığı manayı / mekânı, zamanı / aşkı ve aşkın olanı İstanbul’da bulmayan/bulamayan ‘Derya içre deryayı bilemeyen/bulamayan mahiler (balıklar)’ misali büyük bir bahtsızlık içindedir. Zati gerçek bedbaht da odur ki aradığını bulamayan değil aradığı elinin dibinde / gözünün önündeyken onu göremeyen bilemeyendir.
İstanbul nimetininkadrini gereği kadar olsun bilebilmemiz / bulabilmemiz / görebilmemiz ümidiyle hocamız rahmetliye dua babından olsun diyerek yazının girişinde bahsettiğim Cengiz Özdemir’in hocamızın dar-ı bekaya irtihalinin hemen akabinde attığı tweetle yazıya son verelim. (Eskiden herhangi bir büyük göçtüğünde devrin kalem erbabı o kişinin ardından vefat edenin vefat tarihine denk gelecek şekilde yapılmış bir hesaplamayla bir mısralık bir şiir yazar, böylece ebced hesabıyla tarih düşerlermiş. Şimdilerde bunun yerini tweetler aldı.)
“ Türkiye, yeri doldurulamaz bir kültür tarihçisini, Prof. Dr. Haluk Dursun’u kaybetti. Kendisi, Tâhir-ül Mevlevî’nin kendi mezar taşında yazılı olan şu mısraları sıkça söylerdi:
Eli boş gidilmez gidilen yere.
Boş gelmedim yâ Rab ben suç getirdim.
Dağlar çekemezken bunca vebali.
İki kat sırtımla pek güç getirdim”
Haluk Dursun’u kardeşine yakınlarda tembih ettiği o meşe ağacının altına defnettik.
İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Tüm önden giden öncülere rahmet ola vesselam...