Lise 1 ve 2. Sınıflarda da üniversiteye hazırlanmak gibi planlı programlı bir derdimiz olduğunu hatırlamıyorum. Ancak lise 3’te bizim gündemimize girebildi üniversite mefhumu. Oysa bugün eğitim konusunda duyarlılığı zirve yapmış günümüz bilinçli (!) anne babaları daha ilkokul 2. Sınıftan itibaren küçücük beyinleri, körpecik dimağları sınavlara hazırlama zulmüyle yaralıyorlar.
Lise son sınıfta ancak (malum İHL’ler de lise kademesi 4 sene) okulla birlikte bir dershaneye MEB kontenjanından bila ücret kayıt yaptırdı peder ve biz de böylece üniversiteyi planlı programlı düşünmeye ve dahi düşlemeye başladık. Aynı anda hem okula hem de dershaneye gitmek beni hiç sarmadı doğrusu. Hem bu zorluk, hem de "kafamızda esen kavak yelleri" karışınca işin içine bu son vaziyet dershaneye devam süremizi oldukça azalttı.
Hafta içi okul hafta sonu dershane aslında biraz fedakârlıkla olmayacak şey değildi. Uzaktan uzağa da olsa ancak hafta sonları görme umuduyla zaten bir haftayı zor bitirdiğimiz bir "beklediğimiz" olmasaydı tabii. Hal böyle olunca bizim "beklediğimiz" ile hayat gerçeklerinin bizden "bekledikleri" çatıştı. Velhasıl koca bir sene gelgitlerle dolu bir ruhsal iklimde yine de en iyisini yaparak güzel bir puanla üniversite sınavını verdik. Puan güzeldi ama İstanbul’da arzu ettiğim üniversiteye beni sokmuyordu. Zira ben malum ve mahut sebeplerle İstanbul dışına çıkmayı asla düşünmüyordum. Tercih sonrası beklendiği gibi oldu ve Anadolu’da bir üniversite tercihi yapmadığım için boşta kaldım.
Hayat gerçekleri her zaman ve zeminde ve her şeye tegallüp eyliyor. İstanbul’dan ayrılmayacağım diye Anadolu’dan bir üniversite tercihine yeltenmeyen ben kendimi, Mısır Kahire’deki el-Ezher üniversitesinde "İlahiyat" okumak gayesiyle pasaport müracaatı yaparken buldum.
O zamanlar ikamet ettiğimiz Esenler Bakırköy ilçesi sınırları içinde bir semtti. Yurt dışı öğrencilik işlemlerinin müracaatının yapıldığı Emniyet de bu ilçede bulunuyordu. Başvurunun olumlu neticelenip pasaportumu dahi aldığımı hatırlıyorum Bakırköy Emniyet’ten. Buna rağmen her ne ve nasıl olduysa oldu (muhtemelen Annem elin ülkesinde ne işin var diye işi bozmuş olabilir) ve Mısır Kahire el-Ezher Üniversitesi’nde İlahiyat okuma meselem aile kararıyla rafa kaldırıldı.
28 Şubat sonrasında devrin mutlu ve azgın oligarşik azınlığının Türkiye’de muhafazakârlık adına ne varsa üzerine kâbus gibi çöktüğü karanlık günlerde el-Ezher mezunları da bu meş’um zulümden nasiplerini aldılar. Devrin zalim paşalarının güdümüne giren YÖK Ezher'in daha önce verilmiş denkliğini dahi iptal etti. Hatta iptal öncesinde Ezher mezunu olup da Türkiye’de resmi kurumlarda görev alanlar vazifelerinden tard edildiler. Bütün bu acı gerçekler göz önüne getirildiğinde annemin şefkatinden kaynaklı duygusallığının aslında bizi nasıl büyük bir mağduriyetten koruyan bir uzak görüşlülük taşıdığını sonradan anlamak da benim için oldukça trajik ve ironikti.
Pasaportumu dahi aldığım halde El-Ezher Üniversitesinde okumaktan son anda vazgeçtiğim/geçirildiğim o sene abim askere gitti. Yakın köylü akraba çocuklarıyla ortak işlettiğimiz kuyumcu dükkânında çalışıyorum. Bir yandan da işten arta kalan zamanlarda kendimce yeniden üniversite sınavlarına hazırlanıyorum. Başımdaki "kavak yelleri" de artık "fırtınaya" dönüşmüş. Bir taraftan kuyumculuk işleri, diğer taraftan gönül işleri beni epeyce yormuş olacak ki o sene de İstanbul’da okumayı düşlediğim üniversiteye yetecek olan puanı tutturamadım.
Bir sonraki sene ağabeyim vatani görevini tamamlayıp geldi. Bana da kuyumcu dükkânından son bir izin çıktı. Artık bu son şansım. Onun için düzgünce bir karar verip adamakıllı hazırlanmalıyım üniversiteye diye ailemle ortak bir noktada buluştuk. Kendi başıma üniversite işini halledemeyeceğim gerçeğini bir evvelki sene gördüğümüzden yeniden bir dershaneye ama bu sefer ücretli ve dersler hafta içi olarak üniversite hazırlığa son bir kez daha yeniden başladık.
"Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış" derler ya aynen öyle oldu. Kafamda fırtınaya dönüşmüş meseleler çözülmedi belki ama en azından biraz uzaklaştı. Fırtına uzaklaşınca göz görmedi gönül de katlanmaya çalıştı alışamasa da. Gayr-ı iradi olarak bazı olayların vuku bulmuş olması dolayısıyla üniversiteye hazırlanmak için gerekli zihni rahatlığı asgari düzeyde de olsa yakalamış olmam hiç şüphesiz bir inayet-i ilahiye hükmündeydi.
Hayalim, bu günlerde adından hem içeride hem dışarıda üniversite/akademi dışında da olsa oldukça azla söz ettiren Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih okumaktı. Hayalimin bu kısmına ulaşmak bir ya da 2 net eksiğimden ötürü kısmet olmadı ama en azından İstanbul’da bir üniversitede okumak tarafı nasip oldu. Artık son defa olarak başladığım üniversite hazırlığım hakikaten olması gerektiği gibi geçti. Günde dershane ders saatleri hariç 7-8 saati bulan çalışma aşk-u şevkim beni çok şükür neticeye ulaştırdı.
Bugünden maziye bakınca (hele ki şimdilerde, uluslararası nitelikte eğitim/öğretim yapıldığını zannettiğimiz mahut üniversitede şebekeleşmiş derin örgütlü yapı dımdızlak ortaya çıkınca) Marmara Tarih Öğretmenliğini kazanmış olup büyük arzu duyduğum Boğaziçi’nde tarih okuyamama gerçeği "her şeyde vardır bir hayır" kabilinden okunması gereken bir vaziyettedir diye düşünüyorum.
Tarih okumak hep baş merak mevzularım arasında yer aldı. Buna edebiyat da aynı oranda dâhildir. İHL çıkışlı olmama hele ki babamın diyanet personeli bir imam hatip olmasına rağmen üniversite tercihlerim arasında ilahiyat fakültesi ilk sene hiç yer almadı. Üniversiteyi kazandığım sene yaptığım son tercihlerim arasında yer alan tek ilahiyat olarak Marmara İlahiyat ise tercihlerimin ancak 7. ya da 8. sırasındaydı.
Babalar ve oğullar mevzu psikolojinin önemli ve derin araştırma alanları içerisindedir. Bu veçheden bakınca İlahiyat Fakültesini tercihlerim arasına hiç yazmamış olmam ya da alt sıralara yazmış olmam içten içe babama karşı geliştirdiğim bir tutum mu yoksa İmam Hatip’te bizi oldukça zorlayan meslek dersleri öğretmenlerimize karşı geliştirdiğimiz bilinçaltı bir durum mudur? Siz de takdir edersiniz ki bu mesele üzerinde durulması gereken hayli ehemmiyetli ve manidar bir problemdir.
Üniversiteye yerleştiğim o yıllarda sözel hazırlanan tüm gençler arasında revaçta olan Boğaziçi’nde tarih okumak yukarıda da söylediğim gibi en büyük hayallerim arasındaydı. Peki, bu hayali bizim içimizde büyüten neydi? Suali cevaplamak kolay değil? Yine de devrin üniversite hazırlık çağında olan tüm gençleri olarak kendi zihin dünyamızda yer eden ideolojik farkındalıklara ya da ön kabullere göre bu sorunun farklı farklı cevaplarla izahı yok değil. İdeolojik veya başka sebepler açısından nasıl tevil edersek edelim bizim neslin Sağcısından Solcusuna, Liberalinden İslamcısına bilinçaltımızda Boğaziçi hayallerimizle ilgili olarak ortaya çıkan şu şekilde bir anlam haritası bizden habersizce bizleri yönlendiriyordu diyebilirim. Belki taşralı oluşumuz, şehrin varoşlarında ikamet ediyor olmamızın verdiği iradi, gayr-ı iradi "özenti"ydi bir kısmımıza Boğaziçi’nde okuma hayalleri kurduran. Böylece kestirmeden sınıf atlayarak şehrin kenarlarında sıkışıp kaldığımız dünyanın tüm bunaltıcı buhranını bu sayede aşmış olacaktık. "Kara budun" olmaktan seçilmiş olmaya, bugünkü jargonla kenar mahalle çocuklarının merkeze doğru hemi de "bembeyaz" bir merkeze doğru kurduğu düşlerdi belki de bu ateşi içimizde sönmeksizin her daim güçlü kılan kıvılcım. Bütün bu sosyo-psikolojik betimlemeler yanında üniversitenin entelektüel ve akademik dünyamıza sunacağı fırsatları, yapacağı katkıları da tabii ki yok sayamayız bizlerde sadır olan bu Boğaziçi merakında.
Derunumuzdaki Boğaziçi merak ve hayalinin Marmaralı bir üniversite öğrencisi olduğumuz demlerde de gizliden gizliye devam etmiş olduğunu şu yazının neşredildiği sayfadaki görsel dahi göstermeye yetiyor.
Yanlış hatırlamıyorsam aziz hocamız rahmetli Haluk Dursun da yüksek lisans ya da Doktora eğitimini Boğaziçi’nde almıştı. Bu sebeple tarih öğrencileri olarak rahmetli hocamızdan da Boğaziçi Üniversitesini dinlerdik zaman zaman. Hatta hocamız bizlerde büyük tarih ufku oluşturan ve biri sur içi diğeri İstanbul Boğazı olarak yılda iki defa olarak gerçekleştirdiği İstanbul gezilerinin Boğaza ait olan bölümünde de üniversiteden sıklıkla bahis açardı.
Bizleri boğazda gezdirmek için tutulan motor serin mavi sularda ağır ağır seyredip Rumeli Hisarı önünden geçmekteyken hoca, misyonerlik faaliyetleri kapsamında Hisar-Robert Kolej (Boğaziçi) mukayesesini kendisinden duymaya alıştığımız büyük bir tarih idrakinin hâkim olduğu felsefe çerçevesinde yapardı. Hoca, 1863 yılında koleji kuran ve aslında bir misyoner olan papaz Dr. Cyrus Hamlin hakkında uzunca bilgi verir ve kolejin yapıldığı arsanın meşhur devlet adamı Ahmet Vefik Paşa’ya ait olduğu bilgisini verirdi.
Bazı mahfillere göre "Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u, Ortodoks Hristiyanlığın kutsal mekânlarını barındıran bu şehri Bizans'tan işbu Hisar'dan yola çıkarak aldı. Biz de yine buraya açacağımız misyonerlik okulumuzla şehri Türklerden tekrar kurtarıp yeniden Konstantinopolis yapacağız" diyerek okulunu açmak için arsa aradığı rivayet edilen Hamlin’e evvela Ahmet Vefik Paşa da kendisine ait olan okul yerini vermek istememiştir. Lakin bilhassa harici mihrakların baskısına dayanamayarak maliki olduğu araziyi Hamlin’e teslim etmiştir. Hoca rahmetli, büyük bir basiretsizlik numunesi olarak boğaz sırtlarındaki gerekli arsayı Hamlin’e veren Ahmet Vefik Paşa’nın bu tavrını tenkit eder ve tam burada da konuyu tarih idrakinden yoksun idarecilerimize getirerek bu mahrumiyetin Osmanlı’nın son demlerinden beri bilhassa hariciyemizin en büyük zaafı olduğundan hayıflanarak söz ederdi.
Amerikan zengini ve okula ismi verilen Mr. Christopher Rheinlander Robert’in finansmanı ile açılmak istenen Boğaza nazır kolej yerinin sahibi Ahmet Vefik Paşa vefat ettiğinde, Eyüp Sultan’a gömülmek istese de Sultan Abdülhamid Han ona izin vermeyerek Protestanlara arsa satan Paşa'yı "Kıyamete kadar Çan sesi dinlesin!" diye Kolejin hemen yakınlarındaki Rumeli Hisarı Mezarlığına defnettirmiş.
Tam bir kaynak teyidi yapamadığım için bu rivayetler doğru mudur bilemiyorum. Dolayısıyla yazımın asıl mevzuuna dönüp bu konuda son olarak şunu ifade etmek istiyorum. İşte yazının yer aldığı sayfaya da koydurduğum resim aramızdan çok erken ayrılıp dar-ı bekaya rıhlet buyuran büyük tarihçimiz Haluk Hoca’nın 1994 ya da 95’te erguvani renklere bürünmüş Boğaz’da (Zaten rahmetli hoca bu Boğaz gezilerini İstanbul’da "erguvan mevsimi" olarak bilinen Nisan sonu Mayıs başı gibi yapardı.) tertip ettiği o gezilerinden bir tanesi zamanında bizzat tarafımca çekilmiş bir fotoğraf olup içimizde ukde olarak kalan Boğaziçi sevdasının bilinçaltımızdaki bir yansımasıdır diyebilirim.
Kazanma hayaliyle üniversite hazırlanma dönemimizde bizim için ayrı bir motivasyon unsuru olan ve diğer üniversiteler sistemin rahatça nüfuz edip kolayca dizayn ettiği eğitim mecralarıymış da sanki Boğaziçi, ülke içinde ve dışında yakaladığı entelektüel ve akademik başarının mecburi hatırına YÖK tarafından rahat bırakılan bir ilim yuvasıymış zannederdik. Üniversitenin 'dışarı' ile akademik/entelektüel olarak kurduğugüçlü bağların kendisini biraz daha özerk kıldığını düşünürdük. İçerideki militarist oligarşik zihniyettin talimatlandırdığı YÖK eliyle tüm üniversitelere eşit oranda yansıyan dizayn çabalarına Boğaziçi’nin bu 'karizmasının' mani olduğunu birvaka olarak mülahaza eder adı geçen öğretim kurumunun başörtüsü yasaklarının canla başla uygulandığı dönemlerde dahi bu zulme ortak olmak istemeyerek katı bir tutuma girmediğinden memnuniyet duyardık.
Burada olayın biraz tarihi arka planından da bahis açmak zaruridir diye düşünüyorum.
Osmanlı Devlet-i Aliye'si döneminde devletin belli başlı kurumlarını şu şekilde saymak mümkündür:
Her şeyi planlayan, organize eden ve her şeyin kendisine bağlı olduğu saray ve saraylılar. Bu erkin kayıtsız şartsız emrinde olup din ü devlet, mülkü millet yolunda hizmet eyleyen ya da eylediğini iddia eden âsâkir yani askerler, ümerâ yani emirler zümresi. Sivil ve askeri devlet personeli. Mülkiye ve Askeriye diyelim, daha iyi anlaşılsın diye.
Saray ve saraylıların çıkardığı kanunları/fermanları yazmak ve uygulamakla yükümlü tırnak içinde bugünkü "bürokrasi" diyebileceğimiz yazıcılar sınıfı kâtipler. Kalemiye sınıfı.
Saray ve çevresindeki memurların çıkardığı kanunların Şer'-i Şerife, Kanun-u kadime uygun olup olmadığını tasarı ve icraat düzeyinde takip eden ilmiye sınıfı. Ulemâ zümresi.
Uzunca bir süre çok yüksek ve resmi bir perdeden Cumhuriyet'in Osmanlı Devleti ile hiçbir açıdan ilgisinin olmadığı, genç Cumhuriyet'in asla ve kat'a hiç olmazsa tarihi ve coğrafi olarak dahi olsa Osmanlı'nın devamı olması durumunun söz konusu olmadığını iddia eden bakış açısına sahip olanlarca kabul görmese de şu bir gerçektir. Bütün yeni/farklı kurum ve algılayış hususlarına rağmen Cumhuriyet tabii ki hudayinabit bir süreç değildir. Dolayısıyla Cumhuriyet ile Osmanlı Devleti arasında nasıl ve ne şekilde olduğu tartışmalı da olsa bir devamlılığın olduğu gerçeği su götürmez bir hakikattir.
Bu çerçeveden bakıldığında üniversitelerin Osmanlı'daki medreselerin yani ilmiye sınıfının ders verdiği mekânların ve bu mekânlarda örgütlenerek bir zümre teşkil etmiş ulemâ sınıfının bir devamı olduğu şu günlerde yaşadığımız meseleleri anlamamız açısından göz önünden uzak tutulmaması gereken bir husustur.
Nasıl ki ulemâ sınıfı Osmanlı tebaasının dini nasıl anlayıp nasıl yaşaması gerektiği hususunda saray ve saraylılarla ortaklaşa hareket edip adeta Osmanlı nizam ve intizamını sağlamak adına dini yorumlayan bir müessese ise cumhuriyetin resmi ideolojisini halka benimsetmek ve halkı bu uğurda 'aydınlatmak' ve 'yönlendirmek' görevi bu amaçla kurulmuş YÖK tarafından dizayn edilen üniversitelere ve dolayısıyla üniversite hocalarına verilmiş kutsal bir görev olarak kabul gördü. Bu sebeple de yakın tarihimiz dönemindeki tüm dönüm noktalarında üniversiteler sistemin asıl sahipleri olan askeri oligarşi ile hep yakın ilişkiler içerisinde bulundu.
Bizler de bir hayal olarak ortaya çıkan Boğaziçi’nde okuma arzusu, bu üniversitenin yukarıda bahsettiğimiz askeri/sivil oligarşinin dizayn çabaları dışında kendine yer bulmayı başarmış sandığımız entelektüel/akademik çabaların merkezi olduğuna dair ön kabullerimizdi. Sistemin tüm dizaynçabalarının ötesine geçip bilim, sanat ve teknolojinin ön planda tutulduğuna dair Boğaziçi Üniversitesi’nde mevcudiyetini vehmettiğimiz bu liberal duruş üniversite tercihlerimizin ilk sıralarını hep bu üniversiteye ayırmamıza yetiyordu.
Peki, ne oldu da bu kadar entelektüel düzeyde akademi endeksli gayretlerin ön planda tutulduğunu zannettiğimiz bir üniversite bugün halkla hiçbir derin bağ kuramamış illegal (LGBT, MLKP vb.) örgütlerle adının anıldığı bir noktaya geldi.
Güncel olayları derinlemesine incelemeyi önemseyen bir yapım ve tutumum olmadığı için kendi adıma şunu ancak şu kadar söyleyebilirim ki Boğaziçi’nde gerçek anlamda ne olduğundan çok da haberdar değilim. Buna rağmen Boğaziçi’nde bugünlerde tüm olanların adı geçen üniversitenin geleneklerinin (?) hiçe sayılarak (?) bir rektör atanması ile başladığına da inanmıyorum. Yani bugün Boğaziçi’nde yaşanan meselenin basit ve tüm üniversitelerde rutin olarak yapılan rektör ataması ile ilgili ve ilişkili olduğuna inanmak benim açımdan safdillik olur.
"Benim oğlum 'Bina' okur, döner döner yine okur!" misali memlekette dönüp dönüp yeni baştan okuduğumuz şu "Bina"yı itmam edipkitabın bir türlü "Maksut" kısmına geçememiş olmamızın derin sükûtu hayalini yaşadığım gerçeği de inkâr götürmez ayrı bir hakikattir.