İşte yüksek bir huşu ve coşkunlukla üzerinden henüz geçtiğim Tunca nehri üzerine yapılmış şu nadide Saraçhane Köprüsü mesela. Yani ibadethaneler/ medreseler/ tekkeler kutsal mekânlardır, devlet daireleri resmi yerler, Kervansaray/çeşme vb. eserler de neticede insan için vücuda getirilmiş yapıtlardır ve tüm bunlar bu sebeplerle her türlü titizliği, dikkatli ve hassas bir bakışı hak ederler. En nihayetinde bir su havzası üzerine inşa ettiğiniz ve gelip geçeceğiniz bir köprüde bile aynı formu ısrarla takip ediyorsanız işte bu sizin umumi bir zevk-i selime ulaştığınızın göstergesidir. Artık kusursuz denilecek kadar yerleşmiş bu estetik mühendislik Osmanlı mimari uygulamaları içinde en merkezi yerleşim yerlerinden en ücra eyalet mahallerine kadar her yerde aynı şekilde hayata geçirilen bir yüksek kalite halidir, denilebilir.
Tunca nehri üzerine inşa edilmiş güzeller güzeli bir güzide Eser olan Saraçhane Köprüsü’nden yürüyerek geçerken “Geçtim Tunca üzerinden!” diyerek acaba bu duygu ve düşünceden bir şiir yolu açabilir miyiz diye ne kadar zihnimi yorduysam da buradan bir şey hâsıl olmadı, şiir kapılarını bana açmadı.
Zihnim yoruldu, beden zaten yorgundu. Ben de kendimi köprünün bittiği yerin hemen solunda bulunan Fatih Sultan Mehmet dönemi Subaşısı Çakır Ağa’nın yaptırdığı mescide atı veriyorum. Yapıldığı dönemde vakit namazlarının kılınması için mescit olarak inşa edilen ( Bildiğiniz üzere Osmanlı döneminde Cuma namazları toplu olarak büyük bir camide kılınır diğer mahalle mescitlerinde Cuma namazı kılmak zaten caiz de olmadığından bu yapılar sadece vakit namazlarının kılındığı mahalle mescitleri olarak adlandırılırdı. ) mescit yeni onarım geçirmiş haliyle etrafın tüm kargaşasından sizi bir anda “Asude bir bahar ülkesine” çıkaracak kadar hoş bir iklime sahip. İçerde ikindiyi kılıyor ve artık minberiyle birlikte Cuma kılınacak bir camiye dönüştürülmüş Çakırağa mescidinde yalnız olmadığımdan da istifade ederek az biraz istirahate çekiliyorum.
Yol uzun vakit dar olunca dinlenme molasını kısa tutup Tunca kıyısındaki bu şehre uzak kırma çatılı asude Çakırağa Mescidinden ayrılıyorum. Mescide girmeden önce Edirne istikametine doğru Saraçhane köprüsünü kullanarak yürürken yoğun miktarda servi ağaçları bulunduğundan koyu yeşile boyanmış gibi duran tepelerden birinde minaresini gördüğüm ve Muradiye cami olduğunu tahmin ettiğim yapıya ulaşmak amacıyla yeniden Edirne’ye dâhil oluyorum.
Birçok defa bahsettim. Bu tür gezilerin en keyifli tarafı neye niyet, neye kısmet misali önünüze çıkan hoş sürprizler. Muradiye Camii’ne doğru insiyaki bir yürüyüşle yola koyulmuşken yüzlerce şahidesiyle hüdayinabit bir taş tarlası gibi toprağın üstünde yer tutmuş bir mezaristana yolum düşüyor.
Ölümü bu kadar hayatın içine sokan sokağa, mahalleye katan bu yönüyle sıradanlaştırıp güzelleştiren bir telakki için ölümün oldukça korkunçlaştırıldığı şu modern zamanlara şahit bireyler olarak ba’sü ba’de’l-mevt itikadının bir yansıması olan bu telakkiye karşı nasıl bir mülahazada bulunmalıyız?
Çocukluğumuzdan itibaren bombardımanına uğradığımız maksatlı bir büyük saldırıyla zihnimizde gulyabanilerin, hortlakların hatta gittikçe zombilerin meskeniymişçesine korkunç mekânlar haline getirilmiş bugünkü mezarlıklarımızla adeta geceden yatıp huzur içinde sabahlayacak denli bize (bana!) munis gelen dünün kabristanları arasındaki duygu farkını oluşturan nedir?
Tarihi bir mezarlıkta taştan, mermerden yontulmuş pek çok farklı türden şahidenin yer aldığı öte dünya yolcularının ebedi istirahatgahını sanki bir çeşme, köprü ve ahşap bir konak gibi güzelleştiren metafizik / psikolojik/ sosyolojik sebepler üzerine muhakkak kafa yormalıyız.
Ahmet Haşim’in“Müslüman Saati” makalesinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın“Beş Şehir”, “Huzur” ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” gibi eserlerinde ve daha pek çok klasik eserde mazinin bu farklı zaman algısından mütevellit ve müteşekkil ‘Müslüman Ölümü’ diyebileceğimiz kadim telakkiyi çözmemize yarayacak bakış açısına dair ipuçlarını rahatlıkla bulabiliriz.
Yüzlerce taşın lâhûtîleştirdiği bu mezarlığın hemen üst tarafında Edirne Beylerbeyi cami ile müşerref oluyorum. Ben, camiin avlusunda eserin sağına ve soluna sarfınazar ederek yapıtı tanımaya / anlamaya çalışırken aynı avlu içinde top oynayan gençten çocuklar tüm kara yağızlığıma rağmen bana “Hello, turist!” vb. hitaplar yoluyla bilebildikleri kadar bir İngilizceyle seslenme gayretine girişiyorlar.
Güler misin, ağlar mısın? Demek ki bu bir yamaca hoşça kondurulmuş ilk Osmanlı tipi tabhaneli cami formundaki güzelim eseri ancak turistler ziyaret ediyor. Edirne’ye gelen; örneğin Selimiye’de sabah ya da Cum’a namazına niyetlenerek şehri ziyaret eden, bizim muhafazakâr kesimden olsun kaç kişi bu fevkalâde eseri görme bahtiyarlığına erişmiştir?
Beylerbeyi Camii’ni ve taş avlusunda top koşturan kerataları arkada bırakıp Muradiye Camii’ne ulaşmayı murat edinmiş biri olarak menzilime devam ediyorum.
İstanbul Sulukule’yi andıran Edirne sokaklarında bir garip yabancı(!) edasında dolaşmak kolay değil! Biraz tedirgin ve mütereddit sokakta yürürken arkamdan birisi:
- “ Delikanlı bakar mısın?” diye sesleni veriyor. 48 yaşındaki bana delikanlı diyen amcanın yaş da hadi benden 15 yaş büyük olsun. Kendisi dahi bir yaşlanmamış yaşlı delikanlı olan amcanın fakire delikanlı diye hitabı gönlümü okşamıyor değil. Elindeki telefonu uzatarak “ Kamerasını bana açıver!” diyor amca. Açınca da “ Şu çukurun resmini de benimle birlikte çeker misin, sana zahmet ?” diye yeni bir istekte bulunuyor. Ben fotoğrafı çekerken belediyeden, çukurların giderilmediğinden şikayetlenen amca meğer içinden geçtiğim sokağın muhtarıymış.
Edirne malum olduğu üzere roman vatandaşlarımızın yoğun olarak mesken tuttuğu bir serhat şehrimiz. ( Edirne’ye Serhat şehri demek size nasıl bir çağrışım da bulunuyor bilmem ama bana Sofya’yı,Belgrad’ı,Bosna’yı bu dini kaybettiğimiz sancılı dağılış ve çöküş yıllarını anımsatır her daim!) Gittikçe esmerleşen insan tipolojisinden oldukça varoşlaşmış imarsız şehir yapılarına ve evlerden sokağa yansıyan arabesk tarzı roman müziğine kadar burada her şey nevi şahsına münhasır.Muradiye Camii’ne yaklaştıkça handiyse etrafı tavernaya çevirmiş bu tarz-ı hayat kendini daha da bir belirginleştiriyor.
Hassa Mimarlar Ocağı’nın her bir çizgisi, köşesi, karesi, taşı, tuğlası haddeden geçmiş bir zevk ve formla mühendislik abidesi eserler Edirne’nin dört bir yanında. İşte fizik ve metafizik tüm zaviyelerden gerçek bir yalnızlığa vakur bir yalınlık halinde direnen Muradiye Camii bu haddeden geçmiş Osmanlı zevkinin müthiş bir tezahürü olarakâcizane fikrimce Edirne’de en az Selimiye Camii kadar görülmeyi hak eden bir başyapıttır.
Camiin avlusundaki hazireye ebedi olarak yerleşmiş mezar şahidelerinden karşı tepedeki Selimiye Camii’ne doğru bakarsanız göreceksiniz kiMuradiye, bu Osmanlı Selâtin Camilerinin piri ulu mabetle yüzyıllardır kurduğu birlik ve beraberliği müthiş bir özgüven ve gıptaylahâlâ sürdürmeye devam ediyor.
Etrafı itibariyle biraz mahzun ve mükedder olduğu su götürmez olan Muradiye’nin şehrin bu en muhataralı tepesindeki nöbetinde yalnız olmadığınıcamii arkamda bırakıp da yokuştan aşağı Selimiye istikametine doğru yöneldiğimde bir büyük harâbîlik, fânîlik ve gariplik içindeki Edirne Mevlevihane’sini adeta zuhurat halinde görünce anlıyor ve bundan da ziyadesiyle memnun ve mahzuz oluyorum. Lakin bu halet-i ruhiyem uzun sürmüyor. Edirne Mevlevihanesiyle ilgili yaptığım kısa bir araştırma sonucunda öğreniyorum ki Mevlevilik geleneği içerisinde çok mühim bir yere sahip Edirne Mevlevihanesi 500 yıllık büyük hizmetinin ardından Kazım Dirik tarafından yıktırılmış. Rivayete göre 1439’da rüyasında Mevlana Hazretlerini gören II. Murat Han tarafından Muradiye Camii bahçesine ahşap olarak yaptırılan ve Hazret-i Mevlana’nın torunlarının da getirilmesiyle önemi daha da artırılan Mevlevihane’nin yıktırılmasını izah edecek bir kelime bulmak kolay değil. Benim önüme çıkan Mevlevihane ise her şeye rağmen Edirne Mevlevihane’sinin bir nişanesi olarak Muradiye Camii’nin yakın muhitinde yıktırılan Tekke’nin mutantan günlerindeki neşesinden artık çok uzaklaşmış bir “çileli” hâl üzere olsa da en azından “ Hû” deyüp “Ben buradayım!” diyerek isbat-ı vücut eyliyor gören gözlere, yanan gönüllere, duyan canlara.
Hâsılı eski binası yıktırılmış olsa da mütevazı ve mustarip yeni yerinde garipler içinde garip, fakirler semtinde fakir, çilehanede çileye girmiş bir Mevlevî,Kâdirî, Gülşenî, ve dahi Rufaî dervişi edasıyla yeni Mevlevihanebânisi veliler dostu, âlimler yârânı, sofi meşrep Murad-ı Sânîolan MuradiyeCamii ile sırt sırta vermişler Edirne’de sabır, sükun ve umutla dolu direnişin destanını yazıyorlar, Muradiye’de.Bursa’da ölümün yurtluğunu yapan Muradiye, Edirne’de şehre sahip çıkıyor. Kurulduğu hâkim tepenin hakkını verip yeniçeri misillü payitaht-i kadim kente nefes veriyor, derviş baba Ahmet Rufaî Efendi’yle ( Yeni Mevlevihane aynı anda Rufaî Tekkesi olarak da hizmet görüyor ) aynı safta ve kıyamda Edirne’yi tutuyor. Karşı tepede yer tutmuş ulu camilerin ulusu Selim’in mahlası, Sinan’ın şahikası Selimiye bile padişahların dervişiyle dervişlerin padişahı arasındaki sabır ve hikmet dolu bu metanetli mücahede karşısında selama duruyor.Bina edildiği hakim tepeden Hasan Sezai-î Gülşenî ‘yekadar uzanan manevi hatta Selimiye’den bile önde yürüyor Camiisi ve Mevlevihanesiyle Muradiye Külliyesi.
Aklım, fikrim ve gönlüm Muradiye’de, yıktırılan ve yeni haliyle Edirne Mevlevihane’sinde kalsa da artık yavaş yavaş kızıllıktan karanlığa çevrilen günün son demlerinde Selimiye Camii’ne doğru yola çıkmanın vakti gelmiş deyip bölgeden ayrılıyorum.
Selimiye’nin Muradiye tarafına bakan dış avlu cümle kapısından içeri gireyim derken çevre düzenlemesi dolayısıyla dolaşmak zorunda kalmam beni yine bir hoş sürprizle karşı karşıya bırakıyor. ‘Küçük de güzeldir, belki de büyükten bile!’ denilecek denli Selimiye eşiğinde bir küçük güzel esere, Hıdır Ağa Camii’netesadüf ediyorum. Osmanlı mimarlığının bercestesi, şöhreti haklı olarak tüm memlekete, âlem-i İslam’a hatta bütün bir dünyaya yayılmış Selimiye’nin hemen dizinin dibinde bir mütevazı mescit olan Hıdır Ağa Camii ,
“ Tüm teveccüh Selimiye’den tarafa diyerek hüzünlenip üzülür mü acaba bu mabed-i latif?” diye de düşünmeden edemiyorum.
Hüzün, mütevazıolmak, büyüklüğü cismani olan da aramamak dervişe yakışandır.Herkül gibi güçlü olsan da bir Ali gelir ve taç u tahtını hak ile yeksan eder unutmamaktır. Hızır olmak için hazır olmaktır, manevi seferlerde yol almak, yolda kalmamaktır. Acısı olana, derdi olana, kederliye, fakire Hızır olup yetişmektir. Zengine, güçlüye, bilgine, büyüğe, ulaşmamak, bulaşmamak, yanaşmamak, günahtan kaçar gibi şöhretten ırak, servetten uzak olmaktır dervişlik.Bu sebeptendir ki, her kişi Selimiye Camii-i Kebiri’nden nasiplenir, er kişi Hıdır Ağa Camii-i sağîrinden.
Ani bir kararla yaklaşan akşam namazı için biraz acele de ederek Hıdır Ağa Camii’nden Selimiye’ye doğru değil de Hasan Sezai Dergâhına doğru yöneliyorum.
Edirne’nin gülü, gülistanı Hasan Sezai-î Gülşenî ‘ye uğramamak edepsizliğinden nefsimi halas eyleyen Rabbime şükürler olsun. Akşam namazını Hazreti Sezai mescidinde gülistan mahsulü, gül ü bülbül sesli bir hoca kıldırdı. Hem ses güzel, hem makam âlî olunca nurun ala nur bir ziyafete dönüştü Türkiye’nin mağribi Edirne’de salatü’l-mağrip.( Akşam Namazı)
Sezai Dergâhından da ayrılıpyine adı ne yazıkki sadece sokak tabelasında yaşayan bir tekke yokuşunu takiple çöken akşam karanlığını hiçe sayıp dar, bozuk ve tozlu Edirne sokaklarını arşınlayarak Defterdar Mustafa Paşa Camiine doğru ısrar ediyorum. Kısmetimiz yokmuşMimar Sinan mektebinin yapıtı Camii ‘detadilat var.
Hiç olmazsa yatsıyı Selimiye’de kılmak planım, lakinnamaza epey var. Bu sebepleünlü matematikçimiz Cahit Arf caddesinden Rüstem Paşa Kervansarayının olduğu tarihi çarşıya doğru ilerliyorum. Hem zaten önce boğaz, sonra namaz demişler değil mi? Sonra da eklemişler namazın kazası var taamın yok! Var mı? Siz ne derseniz öyle olsun ama ben sabah kahvaltısından bu yana Edirne’nin dört bir yanına seyru sefer eylemiş bir abd-i âcizolarak bir şeyler atıştırmalıyım. Aksi halde baş belam migren tetikte fırsat kolluyor.Öncenin de öncesi, mühimden de ehem var değil mi? Herkes için olduğu gibi benim için de her şeyden önce İstanbul’da evladıiyal var malum. Edirne’ye kadar gelip de İstanbul’a eli boş dönersem dillerinden kurtulamam. Bu sebeple Edirne’nin mahallî tatlarından hane halkının ağız tadına uygun çam sakızı çoban armağanı kabilinden de olsabir şeyler almalıyım.
Tarihi Rüstem Paşa Kervansarayı’nın da bulunduğu Edirne çarşısında her köşe başı Keçezâde nam dükkânlarla dolu. Hepsi de ruhsatlı ve tarihi olma iddiasında artık nasıl oluyorsa. Neticede nasip hangisineyse ona giriverdik. Tarihi lezzet olma iddiasında ne varsa da aldık. Olur ya birini beğenmeyen diğeriyle iktifa eder. Hiç birini beğenmeyen de kendisi kaybeder.
Söylemeye utanıyorum ama Edirne mutfağı bana göre değil. Zaten doğrusu saraya 90 sene evsahipliği yapacak kadar ince bir mutfak kültürü olan Edirne gastronomisi nedense zengin bir çeşitlilikarz etmiyor. Sağ, sol ciğerci dolu. Heyhat ki benim de ciğere karşı midem dolu. Arnavut ciğeri de, Edirne ciğeri de ne yazık ki damak tadıma hitap etmiyor. Ciğer için tek istisnam Diyarbakır Sur içi Dağkapı usulüdür ki onu da bin bir naz u işveyle yemiş, yedikten sonra da tadına varıp vaz geçememiştim. Diyarbakır Dağkapıciğerini de ancak mahallinde sevdim. Şehrin dışında yapılan ciğerlerin adı var tadı yok zannımca.
Her biri Edirne badem ezmecileri gibi tarihi olma iddiasındaki ciğercilerin arasında dolaşıp dururken gözüme bir köfteci ilişiyor. Vay efendim o da ne? Bizim kıymadan mamul,zorda kaldığımızda ya da pintiliğimiz tuttuğunda ancak rağbet ettiğimiz köfte bile bilmem kaç kayme olmuş. “Tövbeler olsun, yemem!” deyip köfteciden kaçar gibi uzaklaşıyorken sağ tarafta aşina bir şey gördü gözlerim. Hatay mutfağına dair etçil bir işletme. Üstelik fiyat da köfteye nazaran çok uygun. “Soslusundan bir dürüm çek!” diyorum ben misal karayağız olmasından ötürü Hataylı sandığım ustaya.
Yıllar önce bizim hanımefendiyle Kırıkhan ya da Reyhanlı’dan çoğu zaman sadece soslusundan Hatay döneri yemek için (tabii ki ardından da Künefesinden yerine göre taş kadayıfına kadar tatlısını da es geçmeyerek) gittiğimizAntakya’danasiplenip de tadı damağımdan hala gitmeyen o lezzetten tek farkı Hatay’da yaprak döner olan usul burada Adana tarzı kebaba dönüşmüş. Ama sos, diğer bilumum yeşillik ve baharat adıyla da tadıyla da ayniyle vaki. Bu güney ve doğu mutfağının meze bonkörlüğüne şapka çıkarmak lazım. Bizim Karadeniz’de de, Ege ve İç Anadolu’da da sofrayı zenginleştirmek anlayışı yok. Biz soslu dürüm söyledik, yanında tadımlık humusu, acılı patlıcan ezmesi ve salatası cabası oldu.
İtiyadımdır, sizlere de âcizane tavsiyemdir. Beğendiğiniz her hangi bir şeyin sahibine/ ustasına bunu sözlerinizle de hissettirin. İltifat marifetin şartıdır değil mi? Hesabı öderken biraz önce bahsettiğim kara yağız delikanlıya iltifata giden yolda sordum:
“Hataylı mısın?”, diye. “Yok, ben Edirneliyim, ama ustam abla Hataylı.” dedi. Hanımefendi ustaya:
“Neresindensiniz Hatay’ın?”dedim. Tam bir Antakya ağzıyla ‘Entekya’ deyiverdi.“ Ben de, Reyhanlı’da öğretmen olarak çalışmıştım!” diyorum.“Beğendiniz mi dürümü?” diye ben daha beğenimi ifade etmeden usta sordu. “Çok beğendim, elinize sağlık!” deyip Edirne’de tarihten, kültürden, mimariden yana fevkalade bir lezzeti gün boyunca tadan ruhumun yanında midemin payitaht-ı kadimde Edirne mutfağından nasiplenememesinin verdiği buruklukla birlikte çıkıyorum dükkândan.
Selimiye’deyim yeniden. Yatsı namazını olsun burada kılma muradım için tarihi ve abidevi şaheserin mermerden avlusunun orta yerindeki şadırvandan abdestleniyorum. Bir taraftan da ezan okunuyor. Ses mekanizması çok fena. Hoca Efendinin sesinin güzelliği de, doğallığı da mekanik alet hışırtıları arasında etkisizleşiyor maalesef. Zannederim merkezi bir ezan. Zaten bu elektronik cihazlar sesin lâhutiliğini bozup dijitalize ediyor. Bir de akustik ve teknik problemler olunca ezan-ı Muhammedînin insanda oluşturmasını beklediğimiz manevi duyguistenilen yoğunlukta hâsıl olmuyor maalesef. Genellemeyeyim ama en azından ben de durum bu ne yazıkki .
Sünneti kılıyor, Hoca Efendinin imamete geçmesini bekliyoruz. Arkadan müezzin mahfelinden genç ve handiyse matruş yarı kirli sakallı yakışıklı genç bir hoca üzerinde lacivert nakışlı cüppesiyle safları yararak imamet makamı mihraba geçiyor.
Hocanın Fatiha’yı kıraate başlamasıyla birlikte Selimiye Camii harîmi dâvudî ve lâhutî bir sesle doluveriyor. Burada da ses sistemi kullanılıyor ve elektronik dijital mekanizma bile hocanın sesini perdeleyemiyor. Zammı sure olarak iki rekâtta tamamlayacak şekilde Hoca Efendi Nebe ( Amme) suresini okuyor bizleri mesteden bir sesle. İyiki de diyorum yatsıyı Selimiye’de kılmaya şartlandırmışım kendimi. Gerçi zammı sure uzun olunca namaz da uzadı. Terminale otobüse yetişme işim de epey dara girdi ama bu sesle mutmain olan mümin kalbe fâsık akıl neylesin. ? İşi gücü hesâbîlik olan mendebur akıl tarafından daldığı manevi meserret âlemininbozulup tadının kaçmasını istemeyen vücut ikliminin sultanı gönül hazretleri, bu ezeli dost ebedi hasım vücut arkadaşına , “Olmadı taksi tutar gidersin, otogara!”diye fısıldayıveriyor.
Gönül öyle dese de cebim aklın hesâbîliğini tercih etti ve otogara Edirne şehir içi otobüsleriyle gitmeye karar verdi. Zaten durağa vardığımda otogardan kalkacak şehirlerarası otobüse yetişmek için yeterli vakit de var gibiydi. Bu sebeple pinti ceple iştirak eyleyip taksi tutmaktan vaz geçen aklın hesabı uygun gibiydi. Zar zor da olsa otogara ucu ucuna yetişip önceden internetten ayırdığım otobüstekikoltuğuma oturduğumda kalbimin cebimle ittifak eylemiş akılla çekişmesinde, iki ezeli ve ebedi rakibin ortasında kalmayayım diye;aslında otobüsü kaçıracağım diye büyük bir strese de girmiş olmama rağmen,bitaraflığı diplomatik açıdan daha muvafık görüyorum.
Otobüsün hareket etmesiyle‘ Bursa’nın oğlu, İstanbul’un babası’ diye tesmiye olunan Serhat şehri Edirne bir kaç kez daha gelmeyi hak eden ( ama artık yalnız değil hanımefendi ve lütfederlerse evimizin beyefendileriyle olmak kaydıyla) bir anılar yekûnuyla geride kalıyor.
İstanbul’un Edirne’yle uzun olmayan yolunu bu yazıyı kaleme alarak kısaltmayı düşünüyor ve kalbimle aklımın da iki ezeli rakip ve ebedi dost olarak bana yardımcı olmalarını istirham ediyorum. Sağ olsunlar kırmıyorlar beni ve onların yardımıyla yolculuk boyunca Edirne’de geçirdiğim bir günün izlenimleri olan bu yazı ortaya çıkıyor.
Yolculuğun tek sıkıntılı tarafı önümde oturan ve telefonla özel muhabbetini herkese duyuracak kadar yüksek sesle konuşanhanımefendinin fütursuzluğu oluyor.Kulaklıkla iletişim kurmuş olduğundan olsa gerek kendisesinin şiddetini anlayamıyor ve konuşmalarının tamamını bizlere de dinletme görgüsüzlüğü ve edepsizliğine düşüyor. Benim oğlanlar duymasın ama hadsize had bildirmekte biraz mahirimdir hani. Öndeki görgüsüz muhabbeti uzatınca;
“ Hanımefendi telefon muhabbetinizi lütfen kısa tutar mısınız ?” diyerek ikaz edince ancak bitiverdi mecburi dâhil olduğumuz sohbet faslı. Ne yapalım öğretmenlik alışkanlığı işte. Yanlışı görünce görmezlikten gelemiyor,düzeltmeye çalışıyoruz.
Ah görgü ah! Sen yoksan her şey yalan. Sen varsan çok şey ancak tamam.
İnsanı insan yapan akıl, zekâ değil. Hele mevkimakam, para pul hiç değil. İnsanıinsan yapan, adam yapan, şehirli yapan başkalarıyla bir arada yaşamanın kaçınılmaz bir mecburiyeti olan yekdiğerlerimize karşı gösterdiğimiz saygı, nezaket ve hoşgörüdür. Nam-ı diğer görgü. Akılla gönlün bir ve beraber olmasının neticesidir aynı zamanda görgü.
Bir beşeri insan yapan o kişinin hal ve hareketlerine yön veren görgüsüdür, bir kalabalığı,bir topluluğu toplum yapanda bir araya gelerek o kalabalığı/topluluğu oluşturan insanların sahip olduğu görgüdür vesselam.