Zeki Müren'in de seslendirdiği gibi:
"Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içinde,
Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde.
Ne bir arzum ne emelim, yaralanmış bir elim.
Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde.
Eriyorum gitgide, elveda her ümide,
Gurbet benliğimi de yitirdi bir biçimde!"
Bestesini Yıldırım Gürsesin yaptığı, güftenin ise Kemalettin Kamî Kamu'ya ait olan bu şarkıyı, eminim ki pek çok kez dinlemişsinizdir.
Ancak bir gurbetçinin kulağı ile dinlememişsinizdir.
Vatan hasreti ile yanan, bayrak sevgisi ile tutuşan, ezan sesini duyunca gözlerinden yaşlar gelen birinin kulakları ile dinlememişsinizdir.
Evet, uzaktan bakınca göze, kulağa hoş gelir batının "nimetleri".
Teknolojisi, sözümona yaşam kalitesi, sıfır ayarında araçlar…
İşin aslı hiç de öyle değil.
Sabahın köründen, akşamın bir vaktine kadar, ağır işlerde, robot misali çalışmak, eve dönüp ancak ertesi sabaha kadar yorgunluk atmak, bunun arasına da rutin aile hayatını sığdırabilmek.
Altmış yıllık göçün hikayesi, biraz da ailemin hikayesi, benim hikayem.
Bir ev, araba, traktör, başlık parası biriktirmek için Almanya'nın yolunu tutan birinci kuşağın, ancak evdeki hesabın çarşıya uymadığı için, on yıllar sonra ya halen gurbet ellerinde olan, ya da uçakların kargo bölümlerinde, tabut içinde dönenlerin hikayesi.
Alman bürokrasisinin değirmen çarkları içinde kaybolan, öğütülen, aslında hiçbir şansı olmayan ikinci kuşağın hikayesi.
Anavatan'ını sadece hikayelerden öğrenen, senede birkaç haftaya sığdıran, anadilini zar zor konuşabilen üçüncü kuşağın hikayesi.
Neticede, Türkiye ile hiçbir bağı kalmayan, asimile olmaya yüz tutan, dördüncü nesilin hikayesidir, göç hikayesi.
Türkiye'de hiçbir kadının asla çalıştırılmayacağı kadar ağır işlere verilen kadınlarımız.
Bir insana yüklenebilecek en ağır yükler ile boğuşan erkeklerimiz.
Dillerini, dünlerini, kültürlerini bilmedikleri ülkelerde hayat sürdürme zorluğunu yaşayan insanlarımız.
Altmış senenin hikayesi bu.
Tabii başka yönleri de var.
İlk kuşağın ibadet edebileceği hiçbir yer yok iken, cenazelerinin Dom kilisesinde kılındığı zamanlardan, apartman daireleri, şirket depolarından dönüştüren mescidlerden, minareli, hatta çifte minareli, kubbeli camilerin olduğu günlere gelinen bir hikâye.
Okuma şansının kısıtlı olduğu ikinci kuşaktan, doktorlarımızın, avukatlarımızın, CEOlarımızın, siyasilerimizin, hatta Meclis Başkan vekillerimizin olduğu, polis, askerlerimizin olduğu günlere gelinmişliğin hikayesi.
Belediyelerde derdini anlatamayan birinci kuşaktan, belediye başkanlarımızın olduğu, savcı, hakimlerimizin olduğu günlerin hikayesi.
Evet, Türk insanı, çalışkanlığı, girişimciliği sayesinde, gittiği her yere damgasını vurmayı başarmıştır.
Gurbette de binlerce başarı hikayeleri yazmış, rüştünü ispatlamış.
Ancak ne pahasına?
Kaybolan iki nesil pahasına.
Çünkü bugünün gençleri ve çocukları, vatanlarında da büyükleri olmadığı/kalmadığı için, dedelerinin/babalarının doğduğu topraklar ile bir bağlantı kuramıyorlar.
Bu da bir nebze normal.
Çünkü çoğunun babaları dahi gurbette doğdu, oralarda büyüdü ve öyle veya böyle, artık oraları memleket olarak benimsemiş, ana dilleri, bulundukları ülkelerin dili olmuştur.
Bu da gayet doğaldır.
Doğaldır, çünkü yirmi sene evveline kadar, gelen, giden tüm hükümetler ve o zamanın bürokrasisi, gurbetçileri her hususta yalnız bıraktı.
Hatta devletin bir yurtdışı Türkler kavramı dahi yoktu ki politikaları olsun.
Tam tersi, Konsolosluklarda, olmadık zulümler ve astronomik harçlar ile, bellerini bükmeyi tercih ediyordu.
Her daim yetersiz memur sayısı, inanılmaz yığılmalara yol açar, ortam daima gergin olurdu.
Tabii, devletin ayırdığı bütçeler de komikti.
Biz Düsseldorf Başkonsolosluğu'nun zırhlı araç diye yirmi yaşında Granadaları, para panzerinden bozma Transitleri gördük.
Gurbetçi, her daim cefa çekti, çekiyor ve bekli ki çekecek.
Çünkü altmış yıldır, bulundukları ülkede yabancı, vatanlarında "Alamancı" olarak görüldüler, görülüyorlar.
Bu terimin ne kadar onur kırıcı olduğunu tasavvur dahi edemezsiniz.
Evet, birinci neslin bazıları görgüsüzlük yapmış olabilir.
Ancak bu da en az kırk yıl önce idi.
Halen de Avrupa'da yaşamayı çok kolay zanneden, para kazanmayı çok kolay zanneden insanlar var ülkemizde maalesef.
Ancak işin iç yüzü pek öyle değil.
Çalışabilen insanlarımızın çoğu, halen ağır şartlarda, ağır işlerde çalışıyorlar.
Çalışmayan, çalışamayan insanlarımızın kahir ekseriyetinin durumu ise hiç iç açısı değil.
Hatta, Anavatan'larına bile zar zor geliyor, hasretleri büyük.
Öyle buradaki bir takım aklı evvellerin yaptıkları saçma sapan hesap ve çevirme oyunları ile güzellemeler yapıldığı gibi değil.
İşte neymiş, beş gün çalışan son model akıllı telefon alabiliyor muş, iki ay çalışan iyi bir araba alabiliyor muş, asgari ücret on bin TL imiş, falan filan.
Bunların hepsi absürt!
Bir kere Avrupada genellikle aylık maaşlar ödenir bu bir!
On bin lira asgari ücreti çeviren, kira bedellerinin de en az altı, sekiz bin lira olduğunu demiyor, geri kalan iki yüz, üç yüz EUR ile de dört kişilik bir aileyi geçindirin bakalım.
Sonuç olarak, göç altmışıncı yılında.
Pek çok acıyı içinde barındıran bir altmış sene.
Başarı hikayelerinin yazıldığı, ancak çok büyük bedellerin karşılığında elde edildiğini de içinde barındıran koca bir altmış sene.
Ancak şu da bir hakikat ki, altmış sene önce göç veren bir ülke iken, artık göç alan bir ülke konumuna gelen bir Türkiye oluştu.
Bu da son yirmi yıl içinde oluştu.
Ez cümle:
Vatan hasreti çekenlerin, kesin olarak ülkelerine dönmeleri duası ile…
Bir diğer yazımızda buluşmak ümidi ve dua ile Vesselam