Topuklu Terlik Süt Yapar..

Yazar Figen Şakacı’nın Pala Hayriye romanındaki bir hikâyeden yine kendisinin tiyatroya uyarladığı oyun, olgunluk çağında sayılabilecek, 40’lı yaşlardaki insanların yaşadığı birbirinin tekrarı olan ilişkileri ve rutinleşen evlilik hayatlarını eleştiriyor. Yazar, bu eleştiriyi özellikle bir kadının başından geçenler üzerinden yapıyor. İçine doğduğu ailenin ve mensûbu olduğu çevrenin ahlâkî normlarına ve geleneklerine uyum sağlayamayan ve aykırı davranıyormuş gibi görünen bir kadının, riskli sayılabilecek bir yaşta, anne olup olmaması, o sorumluluğu taşıma ile kendi hayat standartlarını ve alışkanlıklarını koruma arasında kalması, bu özelden yola çıkarak kendisini, kariyer bağlamında attığı adımları, dünyaya bakış açısını, içine düştüğü bunalımlı durumu, ailesini, hayatına giren insanları sorgulama içine girmesini aktarıyor.  Bu dille yazılmış benzeri oyunların birçoğunda görmüş olduğumuz nahoş olan iki yanı, maalesef bu oyunda da görüyoruz. Birincisi; kadınların ruh dünyalarını yansıtacağım derken, erkeğin mağdur ettiği kadın da aşağılanıyor, erkeği mağdur eden kadın da aşağılanıyor. Kadın neredeyse ev işleri veya cinsellik arasına sıkışmış bir meta olarak yansıtılıyor. Şayet bunun, toplumsal olarak bir kadına biçilmiş bir rol olduğunu ve kadının da bu rolü içselleştirmiş olduğunu eleştiriyoruz şeklinde savunması varsa bu gerekçe pek de anlamlı değil. Zîrâ bunun aksi olan çok örneği görüyoruz. Kaldı ki kadın mağduriyeti aktarılırken veya ilişkilerdeki çarpıklık anlatılırken kadınların küçümsenmesi ve acizmiş gibi gösterilmesi kabul edilebilir bir durum değil. İkincisi; ilişkiler ve evlilikler hakkında devamlı pesimist bir yaklaşım sergilenmesi. Karşılaşılan ya da bu oyun özelinde ele alınmak istenen hikâyede olumsuzluklar olabilir fakat bu, yaşamın vazgeçilmezlerinden olan aşk, sevgi, sevda, hoşlanma, karşı cinsle ilgilenme, ebeveyn olma, aile kurma gibi duyguların tebessüm ettiren yanlarının da tamamen görmezden gelineceği anlamına gelmez. Oyunun hemen hemen her yerine yerleşmiş olan bu yaklaşım, soğutucu ve itici bir hâl taşıyor.



Oyun tanıtımlarında daha çok mizahî bir dilinin olduğu vurgulanıyor. Evet, yer yer esprilere rastlıyoruz. Ancak yazarın, aşırı didaktik ve kendince ilişkilere karşı geliştirmiş olduğu sözde felsefî açılımlardan ötürü o kadar sıkıcı diyaloglar ortaya çıkıyor ki… Bir yerden sonra sahnede kör göze parmak bir mesaj diliyle, “size kendi bakış açımdan ilişkilerin hali pür melalini öğretiyorum” diyen bir uzman varmış gibi hissetmeye başlıyoruz. Esasında yazarların, ilişkiler hakkında takındıkları olumsuz ve sürekli öğretici olan üslupları, onların hayatlarının ve ruh dünyalarının nüvesi oluyor. Elbette her yazar, kendi hayatından damıttıklarını sunacaktır ancak yaşanan veya şâhit olunan olaylar bir edebî metne dönüştüğü anda metnin içinde bir denge gözetilmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde bu oyunda gördüğümüz gibi sıkıcı bir hikâye çıkar karşımıza.

Oyunun yönetmeninin Görkem Şarkan olduğunu görünce gayrı ihtiyâri mutlu oldum. Çünkü Şarkan’ın daha önce yaptığı işleri biliyorum. Toplumsal hicvi derinlikli yapan, detayları ıskalamayan, görülmeyen çelişkileri ortaya koymasını seven bir yazar ve yönetmen olan Şarkan’ın zekice yaptığı rejilerini bildiğim için burada da aynısını göreceğim düşündüm ve fakat yanıldım. Elindeki metnin yavanlığından kaynaklı olabilir diye düşündüm ancak yine de bu sıradanlığı kendisiyle pek bağdaştıramadım. Oyunda reji zekâsı namına en ufak öge yok. Kadının başından geçenleri, en sıradan konservatuar öğrencisinin dahi yapabileceği şekilde aktarmış. Her şeyi o kadar ardı ardına yerleştirmiş ve hızlı şekilde geçiştirmiş ki oyun kişilerinin duygularını anlamamıza imkân bırakmamış. Oyun âdeta ayaküstü bir dedikoduyu bize aktarıyor gibiydi.

Cihan Aşar’ın sahne tasarımı fonksiyonel olmuş. Küçük dokunuşlarla karakterlerin dünyalarını verdiği gibi zaman kaybetmeden pratik bir şekilde mekân değişimlerinin gerçekleştirilmesini de sağlamış.

Işık tasarımı Hakan Özipek’e ait. Ev, ofis ayırımındaki tercihleri ve lokal ışık kullanımları yerinde. Ancak ışık geçişlerinde yer yer karışıklıklar oldu. Anladığım kadarıyla ışık uygulamada problem vardı. Bu da mekân değişiminin çizgilerinin karışmasına sebebiyet verdi.

Oyuna kattıklarından ve eksilttiklerinden dolayı, oyuncuları ayrı ayrı değerlendirmek gerek. Oyunun en büyük kurtarıcısı Durul Bazan’dı. Jinekolog doktor Nedim rolündeki oyuncu, oyunun mizâhî yanını tek başına taşıyordu. Emin olun, Bazan oyunda olmasaydı sıkıcılık kat be kat artabilirdi. Baş kadın Müjde’yi canlandıran Yeşim Koçak her zamanki gibi çocuksu ve monotonluktan bir türlü kurtaramadığı tiz sesiyle beynime iğne batırıyor gibiydi. O kadar mıy mıy bir konuşması var ki kelimelerinin birçoğunu anlayamadım bile. Sürekli üstünü başını düzeltme çabası da gözü çok yoruyordu. Karakterin gerginliğini başka türlü vermek de mümkün. Yiğit rolündeki Ali İl, bazı Devlet Tiyatrosu oyuncularında gördüğümüz memur oyunculuğun örneğini sergiliyordu. “Geldim ve sahnemi bir an önce atıp gideyim” havasındaydı. Çapkın ve umarsız erkek karakterini karikatürize bir şekilde yorumluyordu. Oyunun diğer bir izlek nedeni olan Mert Aykul’un oyun içinde diğer karakterlere nazaran daha dürüst ve daha net bir kimliği simgeleyen Erol’u canlandırırken yaptıkları önemli. Yaşanan sahte ilişkilerin ve samimiyetten uzak yapılan konuşmaların ipliğini pazara çıkarır cümleleri, bedeniyle de yerli yerince destekliyordu. Meral’i oynayan İpek Türktan Kaynak’ı izlerken “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır” oyununda canlandırdığı Meltem’i görür gibiydim. Kendini tekrar ettiğini görmek üzücü. Ayrıca bu oyundaki rol kişisinin, aile ortamındaki tutumu ile arkadaş ortamındaki tutumu arasındaki tezadını bu denli uçurum varmışçasına yorumlaması da abartılı geldi bana. Oyunun son dakikalarında dâhil olan Füsun Kostak, doktorun eşi Nurten’i oynuyor. Mizanseni belli değil gibiydi. Nerede duracağını bile tam olarak kestiremiyordu. Telefonda sürekli eşine müdahale eden ve alâkasız konuları anlatan kişi olarak oyun içindeki yerini zaten tamamlıyordu. Nurten’i bir de fiziksel olarak oyuna dâhil etmenin çok da anlamı yoktu.  

AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu’nun neredeyse bütün oyunlarını takip eden ve hakkında yazılar yazan biri olarak, oyundaki aksaklıkları gerekçeleriyle birlikte yukarda sunmamın haricinde bu oyunlarını açıkçası keyif alarak izleyemedim. Yine de tiyatromuzda büyük bir boşluğu tamamlayan yılların ekibi olan AYSA’nın diğer oyunlarının muhakkak tâkip edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
OGÜNhaber