İlk baskısı 1943 yılında yapılan Sabahattin Ali imzalı meşhur roman Kürk Mantolu Madonna, günümüzde halen en çok ilgi gören ve satılan kitaplar arasında bulunuyor. Basıldığı günden bu yana milyonlarca okura ulaşan kitap üzerine birçok araştırma ve inceleme yapılmış, hakkında tezler yazılmış fakat bu başarısının sırrı edebiyatçılar tarafından da net olarak çözülememiştir. Onu, belki de bu kadar özel kılan en önemli yön ve farklı kitlelerden ve muhtelif alanlardan uzmanlar tarafından konuşuluyor olmasındaki en büyük pay ise Sabahattin Ali’nin usta kalemi ve başarılı ruh tahlilleridir diyebiliriz. Zaten bir eserin uzun yıllar boyunca okunabiliyor olmasının, kalıcı hâle gelmesinin ve çok değişik disiplinlere başka perspektifler açısından değerlendirme imkânı sunmasının yolu, bireye ve topluma dair psişik analizlerde ve çözümlemelerde bulunmasından geçer.
Konusu ve iç içe geçmiş akışı ile adından sıkça söz ettiren roman, Türk edebiyatının da en önemli eserleri arasında gösteriliyor. Psikolojik bir anlatı, bireyin iç dünyasını açık seçik bir biçimde yansıtan bir tür olarak da ifade edebileceğimiz roman, aslında üç ana tema etrafında şekilleniyor: Acı bir aşk, derin bir yalnızlık ve adeta uçuruma dönüşen toplumsal yabancılaşma. Her ne kadar Kürk Mantolu Madonna, daha çok bir aşk hikâyesi olarak görünse de romanda aslında bir insanın yalnızlaşma sürecine ve giderek topluma yabancılaşmasına şahit oluyoruz. Psikolojik tahliller çerçevesinde bu yabancılaşma ve yalnızlık duygusunu Sabahattin Ali o kadar iyi anlatıyor ki okurken bize bu duyguları adeta yaşatıyor. Esasında romanın başarılı olmasının nedenlerinden biri de bu kadar sahici olması…
Kısaca Kürk Mantolu Madonna…
Oyunun kritiğini yapmadan önce romanı kısaca hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var. Kürk Mantolu Madonna, iki hikâyeden oluşan bir anlatıma sahip. İlk hikâyede Rasim adlı karakterin iş bulması ve Raif Efendi ile tanışması anlatılıyor. Bu kısımda, kimseler ile konuşmayan sessiz sakin Raif Efendi’yi gözlemleyen ve onu daha yakından tanımak isteyen Rasim’in anlatımı ile Raif Efendi’yi dinliyoruz. Onun neden bu kadar yalnız ve topluma yabancı olduğunu ise Raif Efendi’nin kaleme aldığı siyah kaplı defter aracılığı ile ikinci hikâyede öğreniyoruz. Bu ikinci hikâye, Raif Efendi’nin kimselere söylemediği ve anlatmadığı bir aşk hikâyesi ile başlıyor. Gençlik yıllarına gittiğimiz bu defterde, Raif Efendi’nin Almanya’da bir resim sergisinde Maria Puder ile tanışması ve sonrasında birbirlerine âşık olmasının hikâyesi içinde bir anda kendimizi buluyoruz.
Romanın başkarakterleri, Yahudi asıllı Alman bir kadın olan Maria Puder ve Havranlı Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik, sessiz ve dış dünyaya pek uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiş, iki kızı olmuştur; eşinin kardeşi ve bacanağıyla aynı evde yaşamaktadır. Mutsuz eden bir ailesi vardır. Kendi hayatına yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüş ama yine de yaranamamıştır. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuş ve bunu da günlüğüne aktarmıştır.
Raif Efendi, yirmili yaşlarında sabun ticareti üzerine gözlemler yapmak için babasının isteği ve yönlendirmesiyle gittiği Berlin'de, babasının talebini unutur; sanata olan ilgisinden sebep sürekli bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında gezindiği sırada bir sanatçının oto portresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak ona âşık olur. Tablo, onda daha önce hiç yaşamadığı duyguları uyandırır. Raif Efendi, tablodaki portrenin, Rönesans ressamı Andrea del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Meryem Ana portresine benzetir. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gelir fakat başka gözlerin onu takip ettiğini fark etmez. Artık ritüel hâlini alan bu tabloyu seyretme seanslarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını, erkeklere de aşka da çok inanmadığını, erkeklerin devamlı kadınları kullanıp attığını, buna da asla müsaade etmeyeceğini anlatır. Maria, babasından ve karşılaştığı ilişkilerden kaynaklı, erkeklere karşı bir direnç içerisindedir. Raif'i de çok nahif ve naif bulur ve ilk başlarda buna da pek inanmaz. Oysa Raif Efendi, tam olarak göründüğü gibi biridir. İkisi bu zıt özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve aralarında uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Efendi, Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden pek emin değildir. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. Derken beraber rüya gibi güzel günler geçirirler.
Bir gün Raif Efendi, babasının öldüğü haberini alır. Türkiye'ye, Havran'a dönmek zorunda kalır. Maria ile mektuplaşmaya devam eder. Fakat bir süre sonra Maria'nın mektupları kesilir. Raif Efendi, bunu hayra yormaz ve Maria'nın kendisinden sıkıldığını, vazgeçtiğini düşünür. Asla bitmeyecek olan kasvetli günler de işte burada başlar. Sevmediği bir kadınla evlenir.
Raif Efendi, mektupların kesilmesinden yaklaşık on yıl sonra, Maria'nın bir akrabasını Ankara'da görür. Ondan, Maria'nın kendilerine bir Türk’ten hamile olduğunu söylediğini ama ismini vermediğini öğrenir. Ayrıca Maria'nın doğum sırasında fenalaştığını, komaya girdiğini ve bir hafta sonra öldüğünü büyük bir üzüntüyle öğrenir. Üstelik Maria'nın mektuplarında sadece "iyi haber" olarak nitelendirdiği gerçeği de o anda öğrenir. On yıl önce Maria, Raif'ten olma kız çocuklarını dünyaya getirdikten bir hafta sonra ölmüştür. Ve o kız Maria’nın akrabasının yanında evlâtlık olarak büyümektedir. Almanya’dan gelen bu akrabayı tren istasyonuna kadar uğurlamak ister. Raif Efendi’nin maksadı kızını bir kez olsun görmektir. Büyük bir keder içinde kızını ilk ve son kez görerek yine mutsuz olduğu hayatına kaldığı yerden devam eder.
Raif Efendi, ölümünün yaklaştığını anladığında bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç bir iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defterini okur. Ve okura da anlatır.
AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu Bir Klâsiği Sahneye Taşıyor…
2023 senesinde usta tiyatrocu Taner Barlas tarafından uyarlanan ve rejisi de yine kendisi tarafından yapılan Kürk Mantolu Madonna’nın oyun hâli, AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu ve Perdeci Oyuncuları ortaklığında seyirciyle buluşuyor.
Raif Efendi, Maria'ya duyduğu aşkla birlikte kendi varoluşsal sorunlarıyla yüzleşir ve kendi kimliğini keşfetme sürecine girer. Roman, aşkın getirdiği mutluluk, hüzün ve hayâl kırıklığı gibi duygusal deneyimleri okuyucuya aktarırken, karakterlerin içsel dünyalarını da en ince şekilde analiz eder. Raif Efendi ve Maria Puder gibi karakterlerin farklı özellikleri ve değerleri, roman boyunca çatışmalara neden olur. Karakterlerin farklı değerler, düşünceler ve yaşam tarzları arasında gerilim yaratması, okuyucuya derunî bir hikâye sunar. Bu çatışmaların etkisiyle karakterlerin gelişimi ve hayatlarının değişimi, romanın ana odak noktasını oluşturur. Yönetmen Barlas, bu durumların tamamının farkında olarak, romanın temel tekniği olan bilinç akışını seyircinin kafasının karışmasına ve zihninin bulanmasına hiç müsaade etmeden çok başarılı şekilde veriyor. Hatta biraz daha ileri giderek söylemekte hiç beis yok; bilinç akışını romandan daha sade ve yalın bir üslupla sunuyor. Aslında roman, hüzünlü bir aşkı ele almanın yanında yabancılaşma ve yalnızlık duygusunu da işliyor olsa da oyunda daha çok aşk vurgusu üzerinde duruluyor. Belki de yönetmenin yapmak istediği ya da onun dikkatini çeken unsur, Raif Efendi’nin aşk ve sevgi eksikliğinden kaynaklı yaşadığı yalnızlıkla çevresindeki her şeye ve herkese yabancılaşan ve onlardan uzaklaşan bir adamın haleti ruhiyesini vermek olabilir. Ya da adamın yalnızlığını ve topluma yabancılaşmasını aşk marifetiyle gidermeye çalışmasının altını çizmek... Hangi saikle aşkı vurgulamışsa da bunu gayet iyi yapıyor ve o hazin aşkı izleyenlere hissettiriyor. Yönetmen, edebiyat kritikerlerinin de pek dikkatini çekmeyen ama aslında romanda işlenmiş olan anne evlat ilişkisinin üzerinde de duruyor. Öyle ki Barlas adeta Raif Efendi’nin Maria Puder’e bu denli bağlanmasının nedenini bir bakıma annesinden duyumsayamadığı sevgi eksikliğine dayandırıyor gibi... Bu bağlamda, anne ve erkek evlât arasındaki ilişkiyi doğru bir biçimde işliyor. Romanda Raif Efendi'nin işyerindeki ve gündelik yaşamdaki tavırları da işlenmişken oyunda buna dair çok şey görememek başkarakteri tahlil etmekte kısmen eksik kalmamıza sebebiyet veriyor. Her şeyin ötesinde, romandaki anlatıcı Rasim Efendi’nin yerine bir kadının oynatılması “Neden ki?” diye şaşırdığımız bir soruya dönüşüyor. Zira anlamı ve açıklaması yok; gereği ise hiç yok!
Oyunun kostüm tasarımları Esra Enis Kesicibilek’e ait. Tasarımcının, hikâyenin geçtiği dönemi titizlikle araştırıp inceleyerek kostümleri tasarladığı ve uyguladığı bariz. Ayrıca oyunun her mevsimde oynanabileceği düşünülerek daha kullanışlı kumaşların kullanılması da oyuncuların rollerini rahat ve zorlanmadan oynamalarını sağlayacak nitelikte olmuş.
Dekor tasarımında ünlü sanatçı Nurullah Tuncer imzası var. Tuncer, 360 derece bir sanatçı. Tiyatronun her alanında hizmet veren biri olduğu için, her oyunda ele aldığı kısmı dört dörtlük bir şekilde değerlendirip oyunun çıtasını yukarıya taşıyor. Burada da dekor parçalarını özenle seçmiş. Her köşesinde sadeliği tercih etmiş. Bunu, Raif Efendi’nin evini verirken de sanat galerisini resmederken de Maria Puder’le Raif Efendi’nin aşk dolu yürüyüşlerine eşlik ederken de Atlantik ortamını yansıtırken de gözetmiş ve bu sayede dekorda bir tutarlılık oluşmuş.
Yönetmen Barlas, oyunda aynı zamanda Raif Efendi’yi de canlandırıyor. Belki de dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı olan ama insanı hayretten hayrete düşürecek denli karışık bir ruha sahip olan; yüreği de bedeni de paramparça olmuş bir adamı adeta bize yaşatıyor. Bize Raif Efendi’nin anlaşılamamaktan yorgun ve bitkin düşen bedenini ve yalnızlıktan yanıp kavrulan ruhunu gösteriyor. Ama romanı uyarlayan ve yöneten kişi olarak keşke Raif Efendi’nin gündelik yaşamdaki hâlini de seyirciye vermiş olsaydı başarılı yorumunu daha derinden fark edebilirdik.
Raif Efendi’nin gençlik zamanını oynayan Kıvanç Kürkçü için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil ne yazık ki! Çünkü Raif Efendi, romana nazaran daha aktif, daha girişken ve sözlerini daha güvenle ifade eden biri olarak gösterilmiş. Başkarakter, aşırı derecede çekingen, utangaç, kendine güvenmeyen, her an kendisiyle alay edileceğini düşünen, bazen iki kelimeyi bir araya getiremeyen, kimi zaman konuşurken heyecandan tekleyen, hatta pısırık denilebilecek bir yapıda ama oyunda maalesef böyle bir Raif Efendi’yi karşımızda göremiyoruz. Dolayısıyla oyuncunun Raif Efendi’nin gençliğini çok yanlış yorumladığını açık bir dille söyleyebiliriz.
Duygu Dalyanoğlu, oyunda Maria Puder’i yaşatıyor. Maria, güzelliği ve sıra dışı kişiliğiyle dikkat çeken bir karakterdir. Bağımsızlığına düşkündür ve toplumsal normlara uymak konusunda pek kaygısı yoktur. İçsel bir huzur arayışında olan biridir. Oyuncu; ukala, özgüveni yüksek, müdanası olmayan bu karakteri büyük oranda yansıtıyor. Romanda okuduğumuz kadınla sahnede hemen hemen aynı kişiyi izliyoruz. Yanı sıra romanın ana ilgi odağı olan Maria, Raif Efendi'nin aşkının etkisiyle onun iç dünyasını sarsar. Her ne kadar kimi edebiyatçılar Maria’nın son kerteye kadar hiç de bu aşkın tesirinde kalmadığını savunsa da aslında öyle olmadığını anlamaya romanın sonunu okumak dahi kâfi gelecektir. İşte Dalyanoğlu, tam olarak bu minvalde de doğru bir yorumla, Maria Puder’in âşık kadın yönünü de vermeyi ihmal etmiyor.
Ekin Aksu, Rasim Efendi karakterine can veriyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi neden bir erkek karakter bir kadına oynatıldı, anlayamadım. Yeri veya ince bir esprisi olsa anlaşılabilir ama bu öyküde buna gerek de yok karşılığı da yok. Ama Aksu, Rasim Efendi’nin anlatıcılık rolünü hakkıyla teslim ediyor. Bir yandan Raif Efendi’nin acılarla dolu günlüğünü okuyan ve okudukça da anlatan bir kişinin duygularını öte yandan da günlüğün sahibi olan Raif Efendi’nin hissiyatını seyirciye başarıyla aktarıyor. İzleyiciler, hem kesif yalnızlık duygusunu hem kahreden mutsuzluğu hem de sancılı bir sevdayı Aksu’nun sesi ve mimikleri sayesinde hissedebiliyor.
Raif Efendi’nin eşi Mihriye Hanım’ı, Raif Efendi’nin Almanya’da kaldığı pansiyonda yaşayan Bayan Frau Döppke’yi ve Atlantik’teki kadını oynayan Şebnem Özinal her üç karakteri de doğru yerde ve mesafede durarak canlandırıyor. Fakat Özinal’ın Mihriye Hanım yorumunun üzerinde hassaten durmakta fayda var. Romanda Raif Efendi’nin iki kız çocuğu, eşinin kız kardeşi ve eşinin kız kardeşinin kocası da var fakat oyunda bu karakterler hiç yer almıyor. Bu kişilerin hepsi de Raif Efendi'nin maaşıyla geçiniyor. O kadar ki Raif Efendi evde adeta bir emir eri gibi onların her şeyini karşılıyor; buna bakkaldan ekmek almak da dâhil. Ev ahalisi, Raif Efendi'yi hem kullanıyor hem eziyor hem de aşağılıyorlar. Raif Efendi de buna müsaade ediyor ve boyun eğiyor. Her ne kadar saydığım bu karakterler ve bu karakterlerin Raif Efendi üzerindeki tesirleri oyunda işlenmemiş olsa da Şebnem Özinal, Raif Efendi'nin eşini o kadar iyi oynuyor ki diğer karakterlerden yana oluşabilecek etkinin tamamını tek başına verebilme becerisini gösteriyor. Diğer bir deyişle kötücül sayılabilecek kişilerin özelliklerinin neredeyse tamamını üstleniyor. Bu da bir oyuncunun tek başına neleri verebileceğinin resmi oluyor.
Bir kült romanın eksisiyle artısıyla sahneye adaptasyonu her ne olursa olsun meşakkatli ve kıymetli bir iştir; özellikle de psikolojik yönü baskın olan bir eserin… Üstesinden gelmek de bir o kadar zorlu bir süreçtir. Bu minvalde gitmek ve görmek gerek…