'Kral Lear' oyununda 'Patolojik Kardeş Kıskançlığı'

Kıskançlık, evrensel ve insanî bir duygudur. Bütün davranış problemlerinde, kişilik bozukluklarında ve psişik rahatsızlıklarda olduğu gibi günlük hayatımızı, bizi ve çevremizi derinden etkilemediği ve hayatımıza zarar verecek noktada olmadığı müddetçe hastalıklı bir durum olarak telakki edilmez. Ancak akılcı düşünmenin yetersiz kaldığı ve tamamen duygusal tepkilerin devreye girdiği durumlarda kıskançlığın patolojik düzeye gelmesi kaçınılmazdır. Bazı gerçeklerin saptırılması veya çevreden gelen bir takım davranışların gereğinden fazla abartılması, kişilerdeki her türlü kıskançlığı hastalık boyutuna dönüştürmektedir. Ünlü filozof Descartes; "İnsanın belli başlı büyük kusur ve günahları arasında kıskaçlık da yerini almaktadır. Kıskançlık, olağan bir duygu olarak bir dereceye kadar normal sayılabilir ancak özellikle çocukluk çağındaki çocukların çoğu bunu açıkça gösterdikleri hâlde, kuvvetli bir tutku olarak insanlarda anormal yani marazî bir hâl alır." demektedir.

Kıskançlık türlerinden kardeş kıskançlığında ise ortaya çıkacak her olay, kardeş ilişkisi ile bitmemektedir. Kardeş kıskançlıklarının derecesini ve sonuçlarını, doğum sırası (ilk çocuk, ikinci çocuk, son çocuk, tek çocuk vs.), çocuğun anne babasıyla olan münasebeti, ebeveynin ve çocuğun içine doğduğu çevrenin sosyoekonomik durumuyla eğitim düzeyi, çocuğun aldığı eğitim, çevrenin çocuğa verdiği önem ve gösterdiği ilgi, çocuğun fiziksel özellikleri gibi faktörler belirlemektedir. Kardeş kıskançlığı, içinde sadece diğer kardeşe kötülüğü ve olumsuzluğu barındıran bir duygu değildir. Fransız psikologlardan Théodule Armand Ribot kıskançlığı, öfke, kendine merhamet, özsevi, keder, sıkıntı ve somurtma isteği gibi birçok unsuru içine alan bir duygu olarak tanımlayarak, kıskançlığın aslında ne denli karmaşık bir duygu olduğunu bizlere sunmaktadır. Kardeş kıskançlığı, kardeşler arasında büyük bir çekişmenin, öne geçme yarışının, bunalıma sürükleyecek derecede bir hırsın beraberinde, ilerleyen yaşlarda, birbirinden ince bir çizgiyle ayrılan aşağılık ve üstünlük komplekslerine neden olmaktadır. Bu kıskançlıklar, kutsal kitaplarda, efsanevî ve mitsel olaylarda dahi yerini almaktadır. En çok bilinen örneklerden Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi olayı, Museviliğin kutsal kitabı olan Tevrat’ta kardeşliğe dair buyruklar içinde, rekabetin ancak bir yere kadar makûl olabileceği, Kur’an-ı Kerim’de aile ilişkilerinin, kardeşler arası bağın kuvvetli olması gerektiğine dair birçok buyruk buna verilebilecek açık örneklerdendir.

Yukarda da belirttiğim gibi; "Kardeş kıskançlığındaki etkilerden biri de doğum önceliğidir. Eşitsizlik, en büyük veya en küçük olunduğu zaman daha belirgin şekilde görülür. Çünkü kardeşlerimizden bizi farklı kılan bir pozisyonu tutmuş oluruz. "[1]  Özellikle ailedeki en küçük çocuk, başka biriyle paylaşamayacağı özel bir pozisyona girer zira onlar hiçbir zaman yeni gelen biri tarafından "tahttan indirilmiş" olmayacaktır. Ancak bir yanıyla da sürekli kendinden büyük olanlar ona örnek gösterildiği için de totem kutbunda olan en zayıf kardeş olarak kendisini zirveye tırmanmaya zorunlu hissedecektir. En büyük hedefi, kendinden önce hayata gelerek şanslı olduklarını düşündüğü rakiplerini yenmek, daha başarılı, güzel, çekici, karizmatik, ünlü, doğru olmak ve ayrıca daha iyiye sahip olmaktır. Bu nedenle sınırları test edecek ve neyi büyüklerinden daha fazla elde edebileceğini görmeye ve göstermeye çalışacaktır. En azından “Ben de buradayım.” diye adeta haykıracaktır. Öte yandan, kendisinden önce devamlı örnekler ve bir yanıyla da öğretide bulunacak kişiler daha fazla olacağından, her an her konuda müdahaleye ve “düzeltilme”ye açık olacaktır. Şayet buna tamamıyla boyun eğerse kendini bulamayacak, kötü bir taklitten öteye gidemeyecektir. Boyun eğmeyen bir mizaçta değilse ve müdahale alanları da çoksa ya devamlı inatlaşma, zıtlaşma, aksini yapma yolunu tercih edecektir ya da huysuz, huzursuz çocuk olarak yaftalanmayı göze alacaktır. Bu da yine kendi olma yolunda engel teşkil edecektir. Tabi bu söylediklerim, evdeki daha büyük bireylerin devamlı küçük çocuğa müdahil olma eğilimi göstermeleri hâlinde geçerlidir.

Kardeşler arasında, üvey olma durumu söz konusu ise kardeş kıskançlıklarında ortaya çıkması muhtemel olan diğer bütün duygu ve düşüncelere ek olarak “Tamamen dışlanıyor muyum?” sorusu daha belirgin şekilde ortaya çıkabilir. Bu da en iyi ve kazanan tek kişi olma kaygısı ile rekabetin boyutlarını ne yazık ki kimi zaman acımasız hâle vardırabilir. Üvey kardeşler, genelde dışlanma korkusu ile kendilerinde var olan olumlu özellikleri bir an önce ailesine gösterme çabası içine girerler. Neredeyse bütün hayatları diğer kardeşlerine karşı kendi üstünlüklerini ispatlamayla geçer ve bu durum yaşamları boyunca kendini belli edecek bir aşağılanma duygusuna sahip olmalarına neden olabilir. Çocukluk çağında başlayan bu kompleks, ilerde adeta bir çığlık gibi kendini belli eder. Özellikle çocuk, ailenin en küçük çocuğu ise bu çığlığın boyutu daha da belirgin bir hâl alır.

Kardeş kıskançlığı özellikle de bahsimize konu olacak küçük kardeşin kıskançlığı ile alâkalı özetle vermiş olduğum bu bilgiler ışığında şimdi de Shakespeare’nin Kral Lear tragedyasındaki Edmund’un kardeşi Edgar’a beslediği kıskançlığı ele alalım.

Edmund, Shakespeare’nin Kral Lear oyununda baş oyun kişisi olmamakla beraber olayın ikinci olay örgüsünü kötü eylemleriyle bir sona ulaştıran en önemli karakterlerinden biridir.

Edmund’un döneme ve o topluma göre yasa dışı bir evlilikten meydana gelmesi, yasal bir evlilikten doğan abisi Edgar’a karşı bir kıskançlığın varlığına neden olmuştur. Edmund’un gayrı meşru oluşu ve toplumun da onu öyle tanımlamasından ötürü abisine duyduğu kıskançlık daha da arttırmıştır. Edmund’a göre babası Gloucester, ona abisi Edgar’dan daha az değer vermektedir. Ancak Edmund’un görmediği bir gerçek vardır. Baba Gloucester, oyunun ikinci sahnesinde:

"Bir de meşru oğlum var, bundan bir yaş kadar büyük. Ama öyledir diye, onu daha çok severim sanmayın." diyerek aslında oğulları arasında hiçbir ayırım yapmadığını belirtmektedir. Fakat Edmund, gerek küçük kardeş oluşundan, gerekse içinde yaşadıkları topluma göre gayrı meşrû bir ilişkiden dünyaya gelmesinden dolayı, babasının kendisine değer vermediğini düşünmektedir. Bu durumda Edmund, madem babası kendisini ikincil görüyor ve madem var olan hukukî ve toplumsal yasalar onu dışlıyor ama bütün bunlara rağmen dünyaya gönderilen bir bireyse o hâlde varlığının bir anlamı olmalı ve bu nedenle birlikte varlığına sahip çıkan büyük bir güç de olmalıdır; o da tabiatın ta kendisidir. Nihayetinde Edmund kendisini tabiatın kulu, doğanın sahip çıktığı varlık olarak nitelendirir. Kendince böyle bir çıkış yolu bulur.

"Evlilik dışı bir çocuk olan Edmund, toplum ve ahlâk kurallarına uygun, yasa ve geleneklere uygun bir evliliğe değil, yalnız doğanın içgüdülerine borçludur varlığını ve bu yüzden kendini doğanın oğlu sayar. Edmund için doğa, insanların benimsedikleri gelenekler dışında kalan, yasalarla ve ahlâk kurallarıyla hiçbir ilgisi bulunmayan, tek başına var olan bağımsız bir güçtür."[2] Kendi kendisiyle yapmış olduğu konuşmalarda bunu açık şekilde görürüz:

"EDMUND - Ey tabiat! Benim Tanrım sensin! Ben senin kanunlarına kul köleyim. Kardeşimden on, on beş ay sonra dünyaya geldim diye niçin o baş belası göreneklerin zulmüne uğrayayım?"

Edmund, çocukluğundan beri sürekli bu durumundan ötürü olumsuz bir bakış açısıyla değerlendirildiğini ve dışlandığını hisseder, bunu da açıkça ifade eder. Bu düşünce, Edmund’u toplumdan soyut bir biçimde yaşamaya iter. Ruhundaki baskı, kıskançlık, hırs ve öfkeyle beraber gelen çatışma, onu daha fazla değer verildiğine inandığı kardeşi Edgar’a yönlendirir. Bütün kıskançlığı ve nefretiyle kardeşini devamlı olarak alt etmek ister. Bu istek, neredeyse hayatındaki tek erek hâline gelir.

"EDMUND –

Biz, tabiatın gizli şehvet anlarında vücut bulurken, evliliğin soğuk, yavan ve bıkkın döşeğinde, uyku ile uyanıklık arasında vücut bulan o ahmaklar sürüsünden daha özlü, daha dinç, daha ateşli unsurlarla yoğrulmadık mı? Ee, meşru kardeşim Edgar, mirasın benim olacak! Babamız piç Edmund’u meşru oğlu Edgar kadar seviyor. Meşru oğlu! Ne de güzel bir söz. Hele şu mektup istediğim tesiri yapsın, hele yalanım muvaffak olsun, piç Edmund meşru oğul Edgar’ı nasıl alt edermiş o zaman görürüz.”

Ve kardeş kıskançlığı, ömür boyu sürebilecek takıntılı bir boyuta varır, zarar veren bir aşağılık kompleksine dönüşür. Nitekim acımasız plânların yapılmasına neden olur. Diğer yandan mantık sürecini de ortadan kaldırır ve kendisini aynı cümleler içinde bile amansız çelişkilere sürükler. Kendisinin can bulma şekline övgüler düzdüğü cümlesinin hemen ardından, kardeşinin pozisyonunu hatırlayınca deyim yerindeyse bir ah çeker. 

Edmund, kimi zaman da kendini toplumun üstünde görmeye başlar. Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi bir üstünlük çabası içine girer. Kardeş kıskançlığı hakkında vermiş olduğum özet bilgide de bahsettiğim aşağılık kompleksi bir yanıyla içinde üstünlük kompleksini de barındırır. Kendini değersiz hisseden çocuk, kendini kanıtlama gayreti ile hem başkalarını küçümser hem de kendinde var olan özelliklerin aslında hiç kimsede bulunmadığı ve çok özel olduğu sanrısına kapılmaya başlar. (Elbette her birey özeldir, öyle hissetmelidir ancak özel olma hissi, başkalarından üstün olduğu hissine evrilir, hatta "başkaları" kavramını dahi kabul etmeyecek duruma dönüşürse işte o vakit içinde bulunulan durumun adı farklı şekilde adlandırılır.) Bu durum, çoğu zaman çevre tarafından “kendini beğenmişlik” olarak değerlendirilse de aslında gerçekte kişinin aşağılık kompleksini gizleme refleksidir. Bu refleks, kişinin kendisine saygı duyması ve hayata tutunabilmesi adına da zorunlu bir çıkış kapısıdır.

"Aşağılık duygusunu barındıran çocuk belli bir davranış kalıbını benimser ve bu kalıp onun bütün kişiliğini biçimlendirir. Bunun sonucunda kendilerine olduğu gibi başkalarına da zarar veren insanlar ortaya çıkmaktadır. Bu çocuklar, genellikle her yaşantıyı yeni bir yenilgi olarak yorumlar. Kendilerini hem tabiat hem diğer insanlar tarafından ihmal edilmiş bulurlar ve başkalarından olumsuz anlamda farklı tutulduklarını düşündükleri için problemli çocuklar hâlini alırlar."[3]

Edmund’da görülenler, tam olarak bu tanımlamaya uygun bir durumdur.

Edmund’un kardeşi Edgar’ı devreden çıkarmak için hazırladığı mektuba inanan babası, Edgar’ı reddedince, Edmund yetinmemiş, başka kötülüklere girişmeye başlamıştır. Esasında Edmund’un baştaki maksadı hâsıl olmasına rağmen içindeki aşırıya kaçan duygu bununla iktifa etmesine mâni olur. Babasının Edgar’ı evlâtlıktan reddetmesi dahi Edmund’da var olan Edgar’ın babası tarafından daha fazla sevildiği paranoyasını azaltmamıştır. Toplum baskısı, ahlâkî ilkeler, Edgar gibi olma isteği, babasının kendisini sevmediği düşüncesi onun bütün kötülükleri yapması için birer sebep ve bahaneye dönüşmüştür. Etkenlerin hepsini kendince aynı mantığa bürümektedir. Bunlar, onu adeta esaret altına almıştır. İftira atan Edmund, aslında çocukluğundan gelen kıskançlığını ve bu duygudan ötürü yaşadıklarını açığa çıkarmış, Edgar’la rekabete girmiştir. Edgar’da olan hakları ele geçirmek için her yolu denemiş ancak bu yine de ona mutlu sonu getirmemiştir. Nihayetinde, Edmund’un Edgar’a karşı duyumsadığı kıskançlık, paranoyak ve hastalıklı bir kıskançlığa dönüşmüştür. Paranoyak; çünkü babası defalarca Edmund’u Edgar’dan farklı tutmadığını söylemiş ve bunu da göstermiş olmasına rağmen Edmund kendince yaptığı çıkarım ve kurgularla, ayrıca düzenlediği düşünce biçimiyle ısrarla babasının Edgar’ı daha fazla sevdiğine inanmaktadır. Son demde, Edgar babası tarafından evlâtlıktan reddedilmiş olmasına rağmen Edmund yine de ikna olmamıştır. Hastalıklı; çünkü zaten paranoyayı içinde barındıran bir kıskançlık hâlini almış olması psişik açıdan durumun ne denli sağlıksız bir boyuta vardığını göstermektedir. Ayrıca sürekli kardeşini yenmeye çalışması, devamlı bir mücadele içinde bulunması, hayatındaki yegâne hedefini Edgar’ı alt etmek olarak belirlemesi, ona yönelik davranmaktan başka sanki yapacak bir şeyinin bulunmaması, hedefine ulaşmasına rağmen dur durak bilmemesi ve verdiği zararlara rağmen bir türlü yetinmemesi de durumun ne denli patolojik olduğunu ortaya koyması açısından ciddi örneklerdir.


KAYNAKÇA

[1] William Hapworth, Mada Hapworth, Joan Rattner Heilman, Kardeş Kıskançlığı, çev. Selma Şenol (İstanbul: Beyaz Yayınları, 1999), 62.

[2] Mina Urgan, Shakespeare ve Hamlet, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 119-120.

[3] Adler Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı. çev. Kâmuran Şipal (İstanbul: Say Yayınları. 2002), 13.

OGÜNhaber