Artık birkaç nüans haricinde neredeyse birbirinin kopyası rejiyi onlarca kez izlediğimiz klasiklerden veya bir diğerinin tekrarı niteliğine dönüşen sistem eleştirileri içeren “in your face” görünümlü oyunlardan yada müstehcenlik dolu, zekâ yoksunu ilişki komedilerinden gına geldi dediğimiz anlarda tiyatromuzun imdadına yetişen ender değerlerdendir kendisi.
Berkun Oya’nın ilk üretimlerinden olan Bayrak oyununu ilk izlediğimde sene 2009’du. Kadrodan ve tabi ki Berkun Oya’dan mütevellit dikkatimi çeken oyuna gittiğim vakit, oyunculukların muazzamlığını gördükten, metni duyduktan sonra bulunduğum koltukta yerimde duramamıştım. O kadar beğenmiştim. Bu sezon da İstanbul Devlet Tiyatrosunun repertuvarında yer aldığını gördüğüm anda daha ilk haftasında gitmeyi plânladım ve öyle de yaptım.
Sürprizleri içinde barındıran bir oyun olması hasebiyle konuyu etraflıca anlatmayacağım. Bir cinayet hikâyesi gibi başlasa da esasında bir ailenin dramını anlatan, daha doğrusu bir ailede yaşanması gerekip de yaşanmayanlardan, paylaşılmayanlardan ve yaşanmaması gerekenlerden kaynaklı oluşabilecek fiziksel ve duygusal felaketleri anlatan bir oyun.
Yazar Berkun Oya, kendi tarzı olan iç içe geçmiş ve bir sarmal hâlini alan oyunların yazarı olarak, bu oyununda da kurguyu yine kendi janrında yapmış. Oya’nın oyunlarında, herkesin etrafında pervane olduğu, oyundaki kişilerin hepsinin hayatlarının ona bağlı olduğu kahramanlaşmış karakterler yoktur. Ve Oya, bütün karakterleri de derinine işler oyunlarında. Hiçbir karakterini öylesine geçmez. Herkes kendi yerinde bir özgül ağırlığa sahiptir. Biri diğerinin hayatı için yaşamamaktadır. Herkesin hayatı ve yaşadıkları kendince anlamlıdır. Ayrıca karakterlerin yaptıkları, birbirine tesir etmektedir. Gerçek hayatta da tamamen böyledir. Atılan hiçbir adım, çırpılan hiçbir kanat, esen hiçbir rüzgâr, damlayan hiçbir su boşa değildir. Kendi öyküsü ve evveli olduğu gibi bir de devamında oluşturduğu etki vardır. Oya, bunun bilincinde olarak karakterlerini inşâ ediyor. Bayrak’ta da bunu görüyoruz. Anne babanın bir davranışı, evlâtlarını, evlâtlarının evlendikleri kişiyi, onların arkadaşlarını da etkilemektedir. Ya da tam tersi bir döngü…
Oyun, aile bağlarına ciddi bir sorgulama yapmamızı sağlayacak anne babanın diyaloğuyla başlıyor. Özellikle de annenin “Yardım et, o senin çocuğun” cümlesine, babanın “Herkesin bir çocuğu var” diye yanıt vermesi bence sorgulamanın başat cümlesiydi. Bazen evladımız diyerek arka çıkışlarımız bir başkasının evladının felaketine sebebiyet vermeye götürebiliyor bizleri. “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşları ile döşenmiştir” aforizması hiç de yersiz değil. İlk sahnenin ardından, bu anne babanın küçük çocuklarının birini öldürdüğünü öğreniyoruz. Ve ardından sarmal başlıyor. Anne baba çocuklarını cezaevinden kurtaracak mı yoksa kolluk kuvvetlerine elleriyle mi teslim edecek? Olaya abi de dâhil olunca iş nasıl bir yola girecek? Küçük evladın ve abinin eşi bu sarmalda neredeler? Arada üçüncü kişiler de olursa işin içinden nasıl çıkılacak? Bütün bu soruların cevabı yazarın kurgusunun içinde…
Oyundaki anne baba arasında geçen diyalogların, aile içi iletişimdeki taşları ve kırılma noktalarını vermesinin yanında, abinin kardeş sıralamasının önemini vurgularcasına ve ebeveynlerin kardeşlere karşı göstermiş oldukları tutum farklılıklarının meydana getirdiği sonuçlara dair kurduğu cümleler, tam bir psikolojik tahlil içeriyor. Zîrâ Alfred Adler’in de kardeş sırası ile ilgili ortaya attığı tezlerle birebir uyum içermekte.
Berkun Oya oyunlarının en hoşuma giden diğer bir yanı da vurucu cümlelerinin hiç de havada kalan beylik sözlermiş gibi durmaması. Hoşa gider nitelikteki o sözler, hep olayların akışı içinde ve metne yedirilmiş biçimde yer alıyor. Bu sebeple yukarıda da ifade ettiğim gibi, kimi sözler, yerimizde durmamıza engel oluyor. Oyundan çıktıktan sonra da üzerinde uzun uzun düşünmemizi sağlıyor. Bayrak’taki “İki kişiyi sevebilir insan ama sadece birinin hatırası gerçektir”, “Senin kardeşin benim kalbime burnunu soktu”, “Oltalar suyun altında karıştı” cümleleri gibi.
Oyunun reji koltuğunda,
Kubilay Karslıoğlu oturuyor. Sanırsam Devlet Tiyatrosu bünyesinde olduğu için olsa gerek oyunu biraz yumuşak yönetmiş. Oyun normalde çok sert bir oyun ki 2009’da Berkun Oya rejisiyle izlediğimde hakikaten sertti. Tabi ki Karslıoğlu’nun oyunu, hem Devlet Tiyatrosunda sahnelemesi hem de kendi yorumunun farklılığı hasebiyle böyle bir sonucun çıkması normaldir. Hikâyeyi vermekten öte karakterlerin yaşamış olduğu duyguların üzerinde durması ve onları açığa çıkarması daha anlamlı olmuş. Çünkü oyun, ilişkiler yumağının bireylerde meydana getirdiği tesiri vurgulayan bir oyun. Oyun saatinden beş dakika önce, gelen seyirciyi oyuna hazırlamak maksadıyla oyunu ufaktan başlatması ve ortamı sunması, ayrıca arada oyuncuları dışarı çıkarmaması ve oyunu bir bağlamda devam ettirmesi seyircide oluşabilecek etkiyi daha da arttırmış. Bu, oyundan kopmamızı da engellemiş.
Yönetmenin, oyun salt bir cinayeti anlatıyormuşçasına, gizemli ortam oluşturma gayreti fazlaydı. Sahne, dekoruyla, ışığıyla adeta bir sorgu odasını andırıyordu. Evet, herkesin kendisini sorguladığı, birbirini suçladığı bir oyunda bir sorgulama mekânı havasını yaratma çabası anlaşılabilir ancak bu çaba fazla geldi bana. Tavana yerleştirilen dört pervanenin, değişen ortamlara göre döndürülmesi çok başarılıydı. Dönüm noktalarında sahneye yansıtılan saatin, oyunun tam aksine hep ileriye sarması da mânidardı. Zîrâ her ne olursa olsun, hep ileriye doğru bir akışın, hep ilerlemenin, hep önümüze bakmanın derdindeyiz.
Oyunun dekorları
Behlüldane Tor imzasını taşıyor. Gri, ruhsuz bir dekorlar Tor’un klasiği hâline geldi. Fakat bazen bu benzerlikler imza olmaktan çıkıp alakasızlık arz edebiliyor. Hatta bir adım ötesinde, tıpa tıplık ve kolaya kaçmak gibi de algılanabiliyor. Her oyunda aynı tasarımın gitmediğini gördük bu oyunda. Fakat oyundaki ailenin çokça vurguladığı kiraz ağaçlarının siluetinin duvarlara yerleştirilmesi fikri müthiş olmuş. Yine sorgu odasına benzetmek konusunda yönetmene epeyce yardımcı olan ve ne yazık ki arkalardan bazı sahnelerde oyuncuların mimiklerini görmemize engel olan ışıkların tasarımı
Akın Yılmaz’a; karakterlerin kişilik özelliklerini ve alışkanlıklarını dahi yansıtan tercihleriyle gerçek kişileri karşımızda görmemizi sağlayan kostümlerin tasarımı
Selin Ölçen’e; oyunun içimizde yer etmesine ve başından sonuna kadar oyunda kalmamıza yardımcı olan, oyundan çıktıktan sonra da tınıları aklımızda gidip gelen müzikler
Murat Gedikli’ye, kavga sahnelerinde inandırıcılığı tavana çıkaran hareket düzeni
Çağdaş Agun’a ait.
Oyunda, sert, vakur, ilkeli ve fakat en sonunda duygu dünyasına istemeden de olsa yenik düşen baba karakterine ustalığıyla ve mükemmel sesiyle
Ali İpin; sadece kendi evlâtlarını düşünen ve her şeyi onların istediklerini yerine getirerek halledebileceğini düşünen, safi kalpten müteşekkil, çoğunlukla akıldan uzak olan anneye
Gönen Aykaç; hep annesinin koruması altında kalan, abisinin gölgesinde büyüyen, babasının sadece sert yanını baz alarak babasına karşı hep eksik yorum getiren küçük evlâda
Uygar Özçelik; sevgiyle ve aşkla yoğrulan ve fakat hep güçlü görünmek zorunda olduğunu düşünen, duygularını belli etmekten genelde uzak duran genç kadına, harika plastiğiyle ve iniş çıkışını çok iyi ayarladığı tonlamasıyla
Deniz Çom; büyük evlâda, oyunun aynı zamanda yardımcı yönetmeni olan ve en rahat oyunculuğu sergileyen
Murat Sarı; oyunun sonunda çıkan ve adeta şifre konumunda olan yazar kişiye
Hüseyin Sevimli; polise ise
Arda Kaptanlar hayat veriyor. Her bir oyuncu, oyunun enerjisini üstüne giyerek oynuyor. Yönetmenin de oyunun her anından anlaşıldığı üzere, en önem verdiği unsur olan iç duygu hepsinde inandırıcı biçimde ortaya çıkıyor.
Bayrak, her yönüyle sezona başlangıç bağlamında iyi bir tercih oldu benim için. Ara ara bazı bölge müdürleri sayesinde bu tarz farklı metinleri Devlet Tiyatroları repertuvarında görüyoruz fakat sayılarının bundan sonra daha da artmasını temenni ediyorum; müdürün vizyonuna endeksli olarak değil, kurumun bir kültürü hâline gelmesi dileğiyle…