Bu anlayışı açıklayan iki farklı ifade biçimi kullanılır; Vahdet-i vücud (varlık birliği) ve vahdet-i şuhut (Görünenlerin birliği). Bazı İslami reformcular bu iki deyim arasındaki farklılığın sadece semantik ve deyimle ilgili olduğunu, özünde bir farklılık içermediğini söylerler. Sufi metafiziğinde diğer dikkat çeken konular hulul, teşkik, ve maksut birliği gibi konulardır.
Vahdet-i Vücud, tasavvuf inancında, yaratan Allah( bir) ile yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan mistik görüştür. Bu görüşe göre âlemdeki olan, gözüken var olan mevcuttaki her şey evveli ve sonu olmayan, zamandan, mekândan ve cisimden arî olan Yaradan "Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim" diye düşünerek âlemi yaratmıştır. Bu görüşe göre iyi, kötü, güzel çirkin âlemde her ne varsa görünmek ve bilinmek isteyen Allahın dilemesiyle görünür ve bilinir olmuştur. Bu görüşe göre âlemdeki her şey bilinmek isteyen yaratanın yansımalarıdır.
Tanrı ile evren arasındaki ilişkinin tarzı sufiler arasında olduğu gibi, sufi olmayan müslümanlar arasında da tartışılagelmekte olan bir konudur.
Tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür. Vahdet-i vücut, Panteizm'deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sadece içkinliğini savunmaz. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddî bir bütünlüğü tasavvur etmez ve savunmaz.
Bu kavrama göre, gördüğümüz ve göremediğimiz tüm varlıklar tek bir özden, kaynaktan doğmuştur ve tekrara bu kaynağa geri döneceklerdir.
Batı felsefesindeki panteizm ile benzerlik gösteren vahdet-i vücud kimi yönleriyle bu felsefeden ayrılır. panteizmde tabiattaki tüm varlıklar tanrının kendisidir. tasavvufta ve vahdet-i vücudta ise, kainat demek tanrı demek değildir: kainat tanrının tecelli ettiği bir yerdir.
Arapça bir ibare olan vahdet-i vücud, varolanların birliği anlamına gelir. tam sözlük anlamı "varlık birliği"dir. vahdet-i vücud tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan muhyiddin ibn arabi'nin eserlerinde geçmez. ifadeyi ilk kullanan, ibn arabi'nin öğrencisi sadreddin konevi'dir. Tanrı'nın halifesi olarak dünyaya gönderilen insanın onun özünde, dünyadaki yansımasının olduğu anlatılır. Derin tasavvuf bilgisi gerektirir,yanlış anlaşılmalara yol açtığının en net örneği hallac-ı mansur'dur.
Hallac diğer sûfîlerin halkla paylaşmayı uygun bulmadığı sûfî öğretilerini halkın önünde ve yazılarında açıkça ifade etmekten çekinmezdi. bu tavrı düşman kazanmasına yol açtı ve yöneticiler tarafından varlığı tehdit olarak algılandı. yaşadığı vecd hallerinden birinde "enel hakk", "ben hakkım" anlamına gelen ifadeler sarfetti. enel hakk ifadesindeki hakk'ın allah'ın doksan dokuz isminden biri olması onun ilahlık iddiasında bulunduğu kanaatini doğurmuştu.
Tanrı'nın varlığı "varlık" yönünden bakıldığında "tek" ise bu durumda onun varlığı dışındaki diğer tüm varlıkların varlığı hangi anlamda bir "varlık”tır. Sorusu kafaları meşgul etmiş, bazı filozoflar Tanrı'nın varlığını "Mutlak varlık", diğer tüm yaratılmışları ise var olup olmama açısından mutlaklık taşımadığı için "Mümkün varlık" şeklinde tanımlayan bir ayrım yapmışlar ve aralarında bazı farklılıklar olsa da kelamcılar ve filozoflar bu ayrımı zihin dışında, bir ayırım olarak algılamışlardır. Vahdet-i vücud taraftarı sufiler ise bu ayırımın zihni bir ayırım olduğu, esasında varlığa bu şekilde bir ayrım getirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar varlık birliği düşüncesinde Tanrı ve kullar arasında Tanrı'nın "Tanrılığı" kulun "yaratılmışlığı" korunuyor olsa da, bir kısım istisnaları bir kenara bırakacak olursak özellikle fıkıh, hadis, tefsir gibi dini ilimler alanındaki bilginler bu anlayışın yaratıcı ile kul arasındaki farkı ortadan kaldıracak ve tüm dini emir ve yasaklara kayıtsızlığa sevk edecek bir sapkınlığa yol açacağı endişesine kapılmışlardır.