İlki yakın tarihimizden.
Yakın tarihimizin en unutulmaz simalarından merhum Osman Yüksel Serdengeçti, sözünü muhatabından, gözünü budaktan sakınmayan kahraman, çileli bir vatan evladıdır.
Yanlış gördüğü şeyi eleştirmekten ne pahasına olursa olsun geri durmaz.
Merhum Osman Yüksel bir dönem, dönemin Diyanet Reisi Rıfat Börekçi hocayı hedef alan yazılar yazar.
1950 seçimlerinde önce hocaefendi Hacca gitmek ister. Ancak İnönü, 'Hocam! Malum seçimler yaklaşıyor, hassas bir süreçteyiz.
Haccınızı bu sene tehir etseniz de bir dahaki sene gitseniz' kabilinden nazik bir ricada bulunur.
Tabi devlet terbiyesi almış bir kişi, bu ricayı emir telakki eder ve hac vazifesini bir sonraki seneye tehir eder.
Merhum Serdengeçti konuyu köşesine taşır ve Diyanet Reisi Rıfat Börekçi hocaya sorar:
'Allah gel diyor, İnönü gitme diyor. Sen hangi emre itaat edeceksin vb? "
Başka bir defasında Diyanet İşleri Başkanlığı'na makam arabası tahsis edildiğini öğrenince yine Rıfat Börekçi hocaya, 'Sırat Köprüsü' nü o makam arabasıyla mı geçeceksin?' diye sorar..
Ve başka başka zamanlarda eleştirmeye devam eder.
Merhum Serdengeçti yaptığının doğru olup olmadığını önce Bediüzzaman hz' lerine sorar. Bediüzzaman hz'leri kavli leyyin tavsitesinde bulunur, ehli iman arasında ihtilaftan kaçınma tavsiyesinde bulunur.
Daha sonra bil-vesile Hasan Basri Çantay Hoca ile de aynı mevzuyu istişare eder.
Merhum Hasan Basri Çantay bir hikaye anlatır önce..
"Evladım, bizim oralarda (Bilecik-Balıkesir civarları) kış aylarında sürek avına gidilir.
Üç beş köy halkı bir araya gelir, imece usulü hazırlıklar yapılır.
Bir kısmı tüfenk hazırlar, bir kısmı kurşun, bir kısmı barut. Domuz avlamak için domdom kurşunları tüfenklere doldurulur ve ava çıkılır. Av esnadında kimin önüne geyik, tavşan çıkarsa çıksın, o domuz kurşunu harcanmaz, o masum hayvanlar domuz
kurşunu ile vurulmaz, avlanmaz..
Oğlum Osman. Sen de bizim tavşancıklarımıza domuz kurşunu atma" der..
Oysa biz?...
Tüm cephanemizi tavşanlara, ceylanlara boşaltıyoruz ve domuzlar bu sayede bayram ediyor, ürüyor da ürüyor, yürüyor da yürüyorlar..
İkinci kıssa, Fatih Sultan Mehmed Han döneminden..
Ulu Hakan vezirleriyle yaptığı bir toplantıda maliyeyi ilgilendiren bir teklif sunmak ister.
Fatih, medreselerin ödeneğini artırmak istiyordur.
Maliyeden sorumlu vezir bu konuda isteksizdir.
Medreselerin yeterince verimli olmadığı düşüncesindedir ve dolayısıyla önerilen bütçeyi fazla ve belki de gereksiz görmektedir.
Fatih, vezirini de kırmadan, bu medreselerde yüzde beş bile olsa maksada uygun, masrafa değecek adam yetişip yetişmediğini sorar. Vezir, 'aman efendim, yüzde beş te mi çıkmasın' diye cevap verince
Fatih, yüzde beş hakiki ilim ehli yetişiyorsa bu masrafa değeceğini, zira hak ve hayr ehli insan yetiştirmenin hiç te kolay olmadığını, beyaz kumaşın ufacık lekeleri bile hemen gösterdiğini, siyah kumaşın çamura da düşse kirini belli etmediğini, belli
etmeyeceğini söyler ve önerisi kabul edilir.
Bu günkü bu toplum şartlarında sanatta, eğitimde ve özellikle siyasette yüzde beş kaliteye, iyiliğe, hayra, güzelliğe, temiz insana, temiz güzel, kaliteli, hayırlı işlere erişebiliyor muyuz, erişemiyor muyuz?
Yüzde beşte mi olmasın diyorsak, Fatih Sultan Mehmet Han gibi davranmalı, yüzde beşin kıymetini bilmeli, yatırıma devam etmeli değil miyiz?
Hep bardağın boş tarafını görüp göstererek adeta imkansızı isteyerek ve isteterek eldekini yerin dibine sokarak iyilik mi ediyoruz, kötülük mü?
Gözünü Dimyat'a dikenler.. Bulgur da nimettendir, biline..!
Suyun üzerine yansıyan kendi suretini görüp, orada gördüğü kemiği de kapmak isteyip suya atlayıp boğulan bir köpek hikayesinde olduğu gibi hayali, ihtimalli hesaplara, varsayımlara, vaadlere kanıp hem kendimizi, hem toplumu kör kuyulara atıp
boğmaktan, boğdurmaktan korkmaz mıyız?
Bence korkmalıyız. Korkmayan varsa, onlardan da korkmalıyız..