Ziya Paşa der ki;
Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim,
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde.
(Nice müneccim, gökte yıldız arar. Lakin gafleti yüzünden, yolunun üstündeki kuyuyu bile göremez.)
Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât,
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde.
(Onlar ki boş lafla dünyaya düzen verirler. Lakin bin türlü kötülük bulunur şahıslarında.)
Ayînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
(Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz. Kişinin aklının büyüklüğü ancak yarattığı eserlerde görünür.)
***
Herkes allame olmuş; bol keseden konuşuyor.
Şu kafirdir, bu deccaldır, filanca bilmem nedir diye…
Tıpkı turfa müneccim misali; önlerindeki çukuru görmekten acizler ama ahkam keserler.
Şahıslarındaki kötülüğe bakmazlar boş lafla aleme nizam vermeye kalkarlar.
Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyoruz.
Bir devletimiz var.
Bölgemiz hercü merç içinde ve bin bir sorun yaşanıyor.
Etrafımız ateş çemberi.
Ve bir devlete sahip olamamanın acısını en iyi bizim bilmemiz lazım.
Çünkü devletsiz kalanlar bizde mülteci…
Şükürperverlik vaazı veren bizler buna şükrediyor muyuz...?
Ne gezer…
Ya kerhen teşekkür eder gibi yapıyoruz veya bağımsız devletimizin final savaşı Büyük Taarruz’un, günümüze intikal eden nişanesi 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda, zaferin önderi Atatürk’ün adını bile anmıyoruz.
Hele de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mesajı ve hutbelerde adını geçirmemesi en trajik ve dramatik boyuttur.
Yazık çok yazık…
Biz neyiz, kimiz ve neciyiz…
Osmanlı’yı anarız, ihtimamla.
Yeni Cumhuriyet’te yaşarız ama bu devleti bize sağlayanları zemmederiz, ahmakça.
Din deriz, iman deriz, itikat deriz ama dinin “Ölmüşlerin arkasından kötü konuşmayınız” emrini görmezden geliriz, riyakarca.
Fatih Sultan Mehmet’i yüceltiriz,
Ki, bu çok güzel bir haslettir.
Ama Atatürk’ü türlü çeşit uydurmalarla karalamaya çalışırız.
Ki, bu körce, nankörce ve aptalca bir haslettir.
Merak ediyorum ve soruyorum;
"Ey" Diyanet…
Mesajında ve hutbelerde Atatürk adını geçirmedin de ne oldu..!
Eline ne geçti.!
Kime yarandın, kime ne faydan dokundu...!
Bu samimi ve gani gönüllü milletin Atatürk’e dua etmesine mani mi olabildin..!
Ki, sen kurumsal olarak da varlığını Atatürk’e borçlusun…
Geçmiş bizim geçmişimiz…
Bu tavırlar beyhudedir.
Çünkü Atatürk bu devletin, milletin, ülkenin ortak değeridir.
Yetmiş iki millet yaşar denilen bu Anadolu’nun çimentosudur.
İhtilaf, tefrika ve kutuplaşmanın panzehridir.
Sağcının solcunun, dinlinin dinsizin, Alevi’nin Sünni’nin, Türk’ün, Kürt’ün, Laz’ın, Çerkez’in, ittifak ve ittihat noktasıdır.
Bu milletin birlik ve beraberliği için bir şanstır, lütuftur ve varoluş azmidir.
Biz nasıl bir hale geldik…
Hakkaniyet bitmiş,
Hakkı sahibine teslim bitmiş,
Emek bitmiş, mücadele bitmiş, vefa bitmiş, kadirşinaslık bitmiş…
İman, inanç, itikat sadece sözde…
Geçmişe sövgü, geleceğe sövgü, merhumlara sövgü…
Tabasbus, kaselislik ve yalakalık had safhada…
Mehmet Akif deriz ve haykırarak “Milli Şairimiz diyor ki” diye başlarız okumaya…
Ama o Akif’in ne lafzına ne ruhuna erişmeyi düşünürüz…
İşimize geldiği gibi yorumlarız, söyleriz, kullanırız.
Halbuki Akif demez mi;
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! ...
Boğamazsam da hiç olmazsa yanımdan kovarım.”
Peki biz ne yapıyoruz.!
Atatürk yokmuş gibi davranıyoruz,
Adını anmaktan kaçıyoruz,
Ecdad algımızda Atatürk’ü yok sayıyoruz.
Sanki bu devleti ve bugünleri ona borçlu değilmişçesine hoyratlık içindeyiz.
Zulmü de alkışlıyoruz,
Keyfimiz için geçmişe de sövüyoruz.
Biri ecdadımıza saldırdı mı; bırak boğmayı bir tekme de biz atmaya çalışıyoruz.
Yanlış beyler/bayanlar yanlış…
Yol yanlış,
Tavır yanlış,
Gidişat yanlış,
Söz yanlış, söylem yanlış…
Ben daha ne söyleyeyim ki;
Gerçekten söz bulamıyorum.
Sizi Allah bildiği gibi yapsın…