Güç, güçlü olmak, hükmetmek, hükümranlık gibi muktedirlik içeren vasıflar bireysel ve kurumsal bazda çok önemlidir ve de istenen birşeydir.
Güçlü Devlet deriz, çok güçlü adam deriz, güçlü şirket deriz….
Herkesin beğenisini kazanan bir olguyu başına “güç veya güçlü” ifadesini yerleştirerek dillendiririz..
Ama bir de işin başka bir vechesi vardır ki; genelde göz ardı edilen şey de budur:
“Güç Zehirlenmesi”
Sahip oldukları gücün nasıl elde edildiğini unutup, namütenahi (nihayetsiz) olduğunu sanmak ve o gücü veren nihayetsiz güç sahibi “El-Aziz” olan Yaratıcı’nın fevkinde davranmaya başlamak “güç zehirlenmesi”nin başlaması demektir.
Allah şerik (ortak) istemez.
Teşbihte hata olmaz bağlamıyla söyleyecek olursak Devlet de şerik istemez.
Kişi, kurum, cemiyet veya bir cemaat, sahip olduğu gücün şehvetine kapılarak devlete kafa tutarsa ve öznel sahiplik güdüsüne kapılırsa, emin olunsun ki “yel değirmenleriyle” savaşan Don Kişot durumu mutlak surette görülecektir. Çünkü Devlet refleksi , -şu veya bu şekilde- elindeki her türlü donanımıyla harekete geçer ve -sözüm ona- “güç sahibi” olduğunu iddia eden harici olguları ortadan kaldırmaya başlar.
Kadim Devlet geleneğinin yüzyıllardır hakim olduğu coğrafyamızda geçmişte de, bugün de başkaldıranlar, devleti içten ele geçirmek isteyenler, içerden yıkmak isteyenler(Truva atları) olagelmiştir ve olacaktır da…
Ama muvaffak olamadılar, olamayacaklar…
Bugün yaşananlara baktığımızda nerden nereye geldiğimizi görüyoruz. Geçen yıl Aralık ayında hükümeti yıkıp Devleti ele geçirmek isteyenler, bugün istintaka çekilmeye başlamıştır.
“Devlet Refleksi” harekete geçmiş ve “gaflet, dalalet ve hıyanet” içinde olanlarla ilgili “devri sabık” denilecek bir süreç başlamış ve sürecek gibi de görünmektedir.
Gülen Cemaati 2013 Aralık ayında başlattıkları “kalkışma” ile hükümeti yıkıp devleti ve siyaseten ele geçireceklerine o kadar çok inanmışlardı ki; bugün başlayan hesap verme sürecini hiç mi hiç hesaba katmamışlardı.
Çünkü “güç” onların gözünü kör etmiş ve patalojik bir zihniyet yapısına bürünmüşlerdi.
Cemaatin en başındakinden, eli kalem tutan hemen hepsinin, konuşmalarına baktığımızda “din, peygamber, Kuran, Hadisler gibi dini söylem ve menkıbeler” tamamen bunların tekeline verilmiş ve adeta “hassaten” bu camiaya münhasır ve özel inzal edilmişti.
F. Gülen’nin konuşmalarına bakınca kendisini ve “camiasını” savunurken, peygamberlerin hayatından, Peygamberimizden veya Asrı saadetten örneklerle özdeşlik, bir benzeştirme görülmekte ve adeta eşdeğer tutulmaktadır. Cennete gidecekler, cehenneme gidecekler adeta F. Gülen tarafından belirlenmektedir.
O “güç” ki; adeta “uluhiyet” iddiası içerir bir niteliğe bürünmüş olarak karşımıza çıkmaktadır. “karınları deşilsin, beyin kanamasından ölsünler vb. gibi” beddualarla amansız bir “firavunlaştırma” söylemi ile kendilerinden olmayan herkes zemmedilmekte ve adeta küfür ehli addedilmektedir.
Ama unutulmasın ki; ne din, ne Allah, ne Peygamber ve ne de ulvi değerlerimiz kimsenin tekelinde ve imtiyazında değildir.
Günümüzde hiç kimse dünyadayken cennetle müjdelenen “aşerei mübeşere” değildir. Kimse kimseden üstün değildir.
Veda hutbesinde Peygamberimiz “ Ne arabın aceme, ne acemin araba üstünlüğü yoktur, üstünlük takva iledir” buyurur. Takva sahipliğin tesbiti ise Allahın Takdirindeki bir durumdur. Bu dünyada “ilahi imtiyaz” sahibi gibi “lakırtı” etmek kimsenin hakkı ve haddi değildir.
Allah kimseye ihkakı hak (kendiliğinden hak alma) yetkisi vermemiştir.
Sen dindar olduğunu iddia ediyor isen, bu sana, dindar olmadığını düşündüklerine zulmedebilirsin gibi bir yetkiyi asla vermez.
Zulüm kime, kim tarafından yapılırsa yapılsın zulümdür ve zalim zulmüyle payidar kalmayacaktır ve Yaradan zalimi başka bir el tarafından mutlaka cezalandıracaktır. Bu İlahi adaletin bir nevi tecellisidir.
Günümüzde başlayan bu muhakemeler de, “güç zehirlenmesi” içinde olanların geldikleri dramatik bir sürecin başlangıcıdır.
Kendini nihayetsiz güç sahibi sanıp bu gücün şehvetiyle hareket edenlere son sözüm şudur;
“Beşer zulmeder fakat kader adalet eder”