Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi,
Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi,
Ta ki, yükselsin ezanlarla müeyyed namın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslam’ın..!
Kurdun Dişisi ve Yavruları…
Fransız mekteplerinde (okullarında) çocuklara şair Alfred de Vigny’nin “Kurdun Ölümü” diye meşhur (ünlü, tanınmış) bir şiiri okutulur.
Bu şiiri dinlerken çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf (tertemiz) bir dağ rüzgârı eser.
Fikirlerini hürriyet (özgürlük) ve istiklâl (bağımsızlık) sevdası alır.
Şair bu şiirinde bir kurt avındaki serencamını (yaşanan, başa gelen olay) anlatır:
Şair, dostları, birçok asilzadelerle (soylu kişilerle) dağlarda bir kurt avına çıkar.
Vakit gece, ıssız bir ay aydınlığı var.
Tabiatın tenha bir saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar.
Bir aralık avcıların, kurt avlarında en ziyade tecrübelisi (en çok deneyimlisi) yere yatıyor ve yerde taze tırnak izleri görüyor ve avcılara haber veriyor ki bu izler, oradan biraz evvel geçmiş iki kurtla iki yavrusunun izleridir.
Bütün avcılar hemen bıçaklarını hazırlıyorlar, tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz parıltılarını saklıyorlar.
Ağaç dallarını ayıraraktan adım adım yürüyorlar, o sıra üç avcı duruyor, şair Vigny de ne gördüklerini aranıyor ve birdenbire karşısında iki alev saçan göz görüyor:
Kurt..!
Biraz ötede de yavruları ve gölgeleri raksa benzeyen bir kımıldanışla kımıldanıyor.
Kurdun yavruları sessiz sessiz oynuyorlar, yavru olmakla beraber bir kurt sevk-i tabiîsiyle (içgüdüsel) biliyorlar ki düşmanları olan insanoğlu birkaç adım yakında, pusudadır.
Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma’nın banileri (kurucuları) Remus ve Romulus’u emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi camit (donmuş, donuk) duruyor.
Erkek kurt anlıyor ki bütün yollar kapalı, ric’at tariki (dönüş yolu) kesilmiş,
Geliyor, ön ayaklarının tırnaklarıyla kumluğa saplanarak çömeliyor,
Üzerine atılan köpeklerin en ziyade cüretkârca saldıranını seçiyor,
O köpeğin gırtlağına dişlerinin bütün savletiyle (şiddet, güç) sarılıyor,
Avcılar üstüne vira (aralıksız, üst üste) ateş ediyorlar,
Vücudunu delik deşik bir hâle sokuyorlar, bıçaklarını böğrüne üşürüyorlar. (batırıp batırıp çekiyorlar)
Lâkin kurt, demir gibi çene kemiklerini çözmüyor, köpeği bırakmıyor, nihayet köpeği gebertiyor.
Kurt, etine, kabzasına kadar saplı duran bıçaklarla çömelmiş kanlar içinde avcılara bakıyor.
Avcılar tüfekleri tetikte, etrafını sarıyorlar.
Kurt ağzından akan kanları diliyle yalıyor, avcılara bir defa daha bakıyor.
Nihayet nasıl öldürüldüğünü bilmeye tenezzül etmeksizin (başı dik, yiğitçe), iri gözlerini kapıyor ve hiçbir ses çıkarmadan ölüyor.
Şair Vigny, bu maceradan sonra başını tüfeğinin namlusuna dayıyor, dişi kurtla yavrularının peşinden koşmak istemiyor ve diyor ki:
“Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul dişi kurt, erkeğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı!”
“Lâkin bir vazifesi (görevi) vardı; o iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa dayanmayı, Şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukabil insanın önünde av avlayan alçak köpeklerin insanla akdettiği anlaşmaya hiçbir zaman dâhil olmamayı öğretmekti.”
Şâir, kurdun o son bakışında ne demek istediğini anlıyor.
Asil hayvan, o son bakışıyla demek istiyor ki:
“İnlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir. (aşağılayıcı işlerdir).
Kaderinin seni sevkettiği yolda uzun ve ağır vazifeni (görevini) dişini sıkarak ifa et!
Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıztırap çek ve öl!”
Bu kurt hikâyesi kaç defa beni derin derin düşündürdü.
Zannettim ki şair Vigny “bizi”, bizim maceramızı anlatmış!
O erkek kurt, ölen ordudur (Türk Ordusu); o dişi kurt, anne Anadolu’dur (Türk Milleti); o kurdun yavruları İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır ki dul annelerinden aldıkları dersi tekrar ediyorlar:
“Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!”
Yahya Kemal bu yazısını Milli Mücadele yıllarında destek ve moralite amacıyla kaleme aldı.
Şiir ve makalelerini azim, cehd ve coşkuyla İnönü ve Dumlupınar’da destan yazan asker-millet Anadolu çocuklarının istiklal ve bağımsızlık mücadelesine atfen yazdı.
O yıllarda fîkrî, manevî büyük hizmet gören bu yazılarını Mustafa Kemâl de okumuş, hattâ bu yazısını (Kurdun Dişisi ve Yavruları) kesip saklamış, daha sonra Yahya Kemâl’i Bursa’dan alıp Ankara’ya götürdüğünde kupürleri dolabından çıkarıp göstermiştir.
Yirmi altı Ağustos şiirinin yazılması
Tarih, millî mücadelenin nihaî zaferi Büyük Taaruz’un Tarihidir. Sakarya zaferinden sonra son derece gizli ve uzun süren bir hazırlığın ardından 26 Ağustos 1922 sabahı başlayan Büyük Taaruz’un ilk habercilerinin İstanbul’a ulaşması üzerine yine câmiler dolar, ordumuzun muzafferiyeti için Kur’an okunur, mevlid kıraat edilir.
Nusret dualarında bulunulur.
Cephelerden henüz hiçbir haber alınmamışken Yahya Kemal yazımın başındaki 26 Ağustos isimli bir kıtalık ama çok derin anlamlara muhtevi şiiriyle cihat dualarına eşlik eder.
30 Ağustos Zafer Bayramı 26 Ağustos 1922 de başlayan Büyük Taarruz sonrası kutladığımız bağımsızlık ve istiklal günümüzdür.
Müstesnadır, eşsizdir ve her millete nasip olmayan necip bir gündür.
Öldü denilen Türklerin, dişi kurt Anadolu’sundan çıkan yiğit askerlerimizin ölümü öldürerek kazandığı bir zaferin bayramıdır.
“Halkın genelini ilgilendiren bir bayram değil… O halde ormancılar gününü de, hukukçular gününü de bayram yapalım” gibi şehitlerin kemiklerini sızlatan; ordunun moral ve heyecanını yerle bir eden beyanat tüylerimi ürpertti.
İnanın söyleyecek söz bulamıyorum.
Allah sizi bildiği gibi yapsın diyeceğim ama korkuyorum…
Allah’ın gazabından korkuyorum.
Sözün bittiği nokta maalesef.
Ve daha da acı olanı; en yetkili merciilerde olanların bu hezeyana herhangi bir tepki göstermemiş olmaları…
Yazık çok yazık…
Etrafımız ateş çemberi ve askerimizin moral ve motivasyonu yerle bir…
Allah ıslah etsin, Allah sizleri bildiği gibi yapsın…
Umarım yarın bir gün; bu gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içeren söz ve söylemlerimizin, suskunluk ve ölü gibiliğimizin faturasını ağır bir bedelle ödemeyiz…