Yağmur yağmaz olmuş.
Hal öyle bir noktaya gelmiş ki; kıtlık ve açlık baş göstermiş.
En sonunda ahali imamdan yardım istemiş.
Cuma’dan sonra imam-cemaat peşpeşe yağmur duasına çıkmaya başlamışlar.
Uzun haftalar geçmiş ama ne yağmur yağmış ne de kuraklık bitmiş.
Fakat zaman ilerledikçe bunca yağmur duasına rağmen yağmur yağmayınca cemaatten bazıları;
İmam efendi, bir türlü yağmur yağmıyor. "Bizimkisi nasıl bir duadır” demeye başlamış.
Bunu duyan imam ise;
“Neuzubillah, siz imansız mısınız,
İnancınız yok mu,
Yoksa siz, Cami’ye ve cemaate karşı mısınız,
Neden bölücülük edersiniz,
Bakın; cemaatin kahir ekseriyeti itiraz ediyor mu” sözleriyle bu kişileri susturuyor ve Cemaate de dönerek;
“Sakın ha bunlara uymayın, oyuna gelmeyin, itidal ve teslimiyeti elden bırakmayın.
Zinhar dinden çıkarsınız maazallah….” diyerek sorgulayanları da susturuyormuş.
Böyle böyle kıtlık-kuraklık içinde, tam 15 sene geçmiş.
Kimse neden, niçin diye bile sormayı akıl edemez olmuş.
Önceki imamın; "Gayemiz yalnız ve yalnız Allah’ın rızasıdır. Yalnızca O’na sığınır, ne istersek yalnızca O’ndan isteriz" sözünü bile hatırlamaz olmuşlar.
Gel zaman git zaman yine bir Cuma günü imam önde, cemaat arkada duaya gitmişler.
Bir de ne görsünler; karşıda birisi elinde şemsiye ve dua ediyor…
İmam ve Cemaat hemen tepki göstermişler;
“Be hey edepsiz gafil, sen ne yaparsın.?
Bilmez misin duayı biz yaparız.
Biz başlamadan dua da başlamaz, yağmur da yağmaz…
Sen kimsin de; kendi kendine dua edersin..
Hem de utanmadan bu sıcak havada eline şemsiye almışsın…”
Neden fitne çıkartıyor ve ayrı baş çekiyorsun…
Zaten senin gibi bölücü ve ayrı baş çekenler yüzünden kuraklıktan kurtulamıyoruz.
Zaman birlik zamanı değil mi
Ayrılıkta azap vardır, bilmez misin…”
Tüm bu suçlama ve gaflet ithamlarını duyan o “Zat” Amin deyip duasını bitirmiş ve ellerini yüzüne sürmüş.
Ve dönüp demiş ki;
“Ey Cemaat…
15 yıldır imamla gelip kuraklık bitsin diye dua ediyoruz.
Hepimiz Allah’a inanıyoruz.
Ama birgün de ettiğimiz duaya inanıp demedik ki; bugün yağmur yağacak ve yanımıza şemsiye alalım.
Bizim inanmadığımızı Yaradan mı bize verecek.
Daha biz, ettiğimiz duaya güvenmiyoruz. Samimi değiliz.
Siz neden buradasınız…
Eğer yağmur yağacağına inanıyorsanız şemsiyeniz nerede…
Yazıklar olsun” diyerek şemsiyesini kalabalığın üzerine atıp yürümeye başlar.
O kişinin arkasından şimşek çakmaya, gök gürlemeye ve yağmur yapmaya başlar.
15 yıldır yağmur bekleyen o cemaat ise ne yapar bilir misiniz.?
Duası kabul olan o “Zat”ın attığı şemsiye altında yer kapmaya çalışırlar.
Dua…
Önemli mi…
Beşer aklının idrak edemeyeceği kadar önemli.
Çünkü Yaradan;
“Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz olurdu…” diye buyurur.
Yani; İsteyin vereyim.
Vermek istemeseydim; sizlere istemek duygusunu vermezdim, der.
Ama nasıl bir dua…
Şemsiye bile almayacak kadar inançsız bir yağmur duası mı…
Yağmuru duadan mı beklemek yoksa dua vasıtasıyla Yaradan’dan mı…
Cami’lerde görkemli dualar ediyoruz.
Hatta ağlar gibi…
Muhteşem camilerde, harika ışıklandırma ve koşullarda müthiş hitap ve natıkayla…
Duymuşsunuzdur;
"Filan kandil gecesi falanca Camide bir hoca vardı… Öyle bir dua etti ki…" gibi methiyeleri…
Peki Cami’den çıkınca unutuluyorsa dua…
Cami’de kalıyorsa…
Duanın en makbulü Allah’ın dergah-ı İzzetinde kabul buyrulanı değil mi…
Duanın esprisi "ihlas-inanç-iman etmek" değil mi…
Yoksa işin sırrı başka da biz mi bilmiyoruz…
Yoksa duanın sırrı "Şu duayı bilmem kaç defa okursan bütün dileklerin kabul edilir" diye sosyal medyadan, mesajlarla telden tele gönderilmesinde mi…
Veya mükellef iftar sofralarında, muhteşem sözlerle "Allah'ım olmayanlara da ver" deyip; vazifemizi savuşturduk keyiflenmesinde mi…
Bence dua, samimi şekilde, Var ediciyle konuşabilmektir.
Dili, lehçesi, şivesi, şekli, şemali yoktur.
Arapça veya başka bir lisanla olması da farketmez.
Çünkü Allah Türkçe de bilir, İngilizce de, Arapça da veya herhangi başka bir lisan da….
Yeter ki insan; inansın, inandığı gibi dilesin, istesin ve Yaratıcıya halini arz edebilsin…