"Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir,
Emin ol, onu en çolpa herifler de becerir.
Sade, sen gösteriver 'işte budur kubbe' diye,
iki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi; heyhat o zaman
Bir Süleyman daha lazım, yeniden bir de Sinan.
Bunların, var mı sizin listede hiç benzeri; yok.
Ya ne var? Bir kuru dil; siz buyurun benim karnım tok."
Birkaç gündür düşünüyorum.
Şimdi, "daha önce düşünmüyor muydun ki…" diyeceksiniz belki de.
Yok yok, düşünüyordum tabi ki…
Ama bu defa spesifik olarak "Yapmak-Yıkmak" kavramları üzerine düşündüm, düşünüyorum.
Çok şey üşüştü düşünüşüme,
Keder sindi içime,
Bazen kasvetlendim,
Bazen ümitsizlendim.
Çok söz geldi dilime,
En sonunda Mehmet Akif'in yukarıda paylaştığım sözleri imdada yetişti.
Hafızamdaki kısmını kendi kendime söylerken Safahat'ı açıp yine ve yeniden okudum.
Açıkçası ferahladım, rahatladım ve hatta "Yapmak" konusunda daha da bilendim.
"Yıkmak" veya yıkım ekiplerinin saldırılarına maruz kalıp "yapmamak" bize-bana yakışmaz dedim.
Ve; "İnandığın gibi yürü. Balık bilmezse Halîk bilir" diyerek, kendi kendime güven tazeledim.
Ama biliyor musunuz; yargılamak ve hatta yargısız infaz etmek ne kolay şey.
Dilin kemiği yok; her tarafa dönüyor ve her şeyi söylüyor.
Olsun; varsın konuşan konuşsun, yazan yazsın, zemmeden etsin.
"Her gelecek yakındır" derler.
Aynı Cumhurbaşkanımızın dediği gibi; en güzeli "eserlerle" konuşmaktır, yaptıklarını konuşturmaktır.
O yüzden de şimdi daha bir motiveyim, hırslı ve azimliyim.
Arada yine Merhum Akif'in;
"Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin; bilseniz, ondan ne kadar bizarım!" desem de, yine Erdoğan'ın dediği gibi;
"Durmak yok, yola devam…" diyorum ve diyeceğim ve Allah'ın izni, kuvveti ve verdiği nispette "yapmaya" devam edeceğim.
Ben biliyor ve inanıyorum ki; yarın ruz-i mahşerde de, faydalı eserler sayesinde insanın amel defteri açık olur.
Hayırlı işlerde rahmet Peygamberi Efendimiz rehberimiz, örneğimiz ve mihmandarımızdır.
Hatırlayın ve eminim hatırlarsınız…
"Ebu Talib'in evinin önü bu defa daha kalabalıktı.
İnsanlar kızgındı, bağrışıp duruyorlardı.
İçerde bir heyet vardı ve ikinci kez Paygamber Efendimizi şikayet ediyorlardı..
Durum gittikçe nazikleşiyordu.
Belli ki müşrikler saldırıya geçecek, kan akacaktı.
Evet, Ebu Talib güçlüydü ama bütün Kureyş'i de karşısına alamazdı ki…
Yeğenini yanına davet etti ve durumun ciddiyetini anlattı:
"Bak oğlum, akraba arasında düşmanlık sokmak iyi olmaz. Sen yine dinine göre hareket et, ama onların putlarını aşağılama, onlara sapık deme. Kendini de beni de koru.
Bana gücümün üstünde yük yükleme..." dedi.
Hz. Peygamber çok üzüldü ve mütessir odu.
Demek ki artık amcası da kendisini koruyamayacaktı.
Müslümanlar henüz sayıca az ve zayıftı.
Mübarek gözleri yaşlarla dolmuştu..!
Buna rağmen amcasına kararlı ve net bir dille şöyle yanıt verdi:
"Ey amca,
Allah'a yemin ederim ki; onlar sağ elime Güneş'i, sol elime de Ay'ı koysalar, ben yine davamı bırakmam..."
Bu yüzden de pes etmek yok, bezmek yok, geri vites yok.
Yürümek, ilerlemek, yapmak, vücuda getirmek var…
Bu yüzden de Necip Fazıl'ın dediği gibi:
"Tohum saç, bitmezse toprak utansın..!
Hedefe varmayan mızrak utansın..!
Hey gidi küheylan, koşmana bak sen..!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın..!