Çok eski zamanlarda zenginliğiyle dört bir yana ün salmış, bir Hükümdar varmış.
Güç/kudret ve servetini sergilemeyi de çok severmiş.
Her gittiği yere, hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyar/gururlanırmış.
Hükümdarın yaşamda en çok güvendiği/tek akıl hocası bir bilge kişiymiş.
Sık sık sohbet eder hasbihalde bulunurmuş.
Günlerden yine böyle bir gün Hükümdar, Bilge Kişiye şöyle bir soru sormuş:
"Aziz dostum/Ey Bilge Kişi,Sen ki göğün gizemine ermiş/bilime yön vermiş/akîl bir adamsın.Çok güçlü hükümdarlar da, çok onurlu savaşçılar da senin ağzından çıkacak bir sözü bekler,Ne dersen kabul eder,Ayağına kapanırlar…Hal böyleyken, ben de bir konuda senin fikrini merak ediyorum."Bilge Kişi,
"nedir?" dercesine bakar hükümdara…
Hükümdar;
"Benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?" der.
Bilge bu soru karşısında, son derece sakin tavrını sürdürür,
Sükunet içinde Hükümdar'ın gözlerine bakar ve şu sözleri söyler:
"Hükümdarım,Diyelim ki, kızgın/yakıcı ve uçsuz-bucaksız bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?" Hükümdar:
"Verirdim tabii." Bilge kişi:
"Diyelim ki biraz daha zaman geçti ve hala o susuz çöldeyiz ve oradan çıkamadık.Sizin susuzluğunuz yine arttı,Ve ben size bir bardak su daha uzatıyorum,Karşılığında servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?" Hükümdar biraz düşünür ve ardından;
"Ölmemek için evet" der.
Bunun üzerine, Bilge kişi hafif bir tebessümle, başta soruyu soran hükümdar olmak üzere, herkese ders mesabesinde şu sözleri söyler:
"Madem öyle ise hükümdarlığınız ve servetinizi bu kadar önemsemeyin,Öne çıkartmayın,Böbürlenmeyin ve bu kadar fazla övünmeyin.Çünkü Hükümdarım, sizin de gördüğünüz üzere; servetiniz yalnızca "iki bardak su"dan ibaretmiş!.."***Son tahlilde hepimiz;
"Parsel parsel eylemişler dünyayı,Bir dikili taştan gayrı nem kaldı…" demeyecek miyiz!..
Arkadaşlar,
Gerçekten, malımızla/mülkümüzle/güç ve servetimizle neden havalanır/hava atar ve niçin böbürleniriz ki!..
Halbuki, lafa gelince öyle bir konuşur ve, "
malın da, mülkün de bir ilk sahibi olduğunu" öyle bir hamaset ve manevi bir romantizmle anlatırız ki; duyan da her anımızı öyle sanır.
Ama, biz insanoğlu öyle garip varlıklarız ki; gücümüzü/servetimizi, kısaca edinimlerimizi; sanki tek başımıza/kendimiz ve sadece biz, yoktan var etmişiz gibi davranırız.
Ama bir an gelir,
Hem de, hiç gelmeyecekmiş gibi düşündüğümüz o an;
Hikayede de gördüğünüz gibi
"iki bardak su" için,
Yani, ölmemek için tüm servetimizi gözümüzü kırpmadan veririz.
Veririz ve belki/bir ihtimal/Allah isterse eğer, o an ölmeyebiliriz.
Peki, ölüm gerçeğini yok edebilir/ölümü öldürebilir miyiz?
Ne mümkün!..
Her daim, ölüm meleğiyleyiz.
Bunu neden unuturuz ki!..
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.