olan dostum Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i anlatacağım.Sayın Sadullah Ergin’i çok uzu yıllar öncesinden tanıyor ve adalete, doğruluk ve dürüstlüğe verdiği önemi en iyi bilenlerden birisiyim. Son derece adaletli bir kişiliği olan Sadullah ergin ayrıca çok iyi bir dost ve kendisini insanlığa hizmete adamıştır.
"Terörizm küresel alanda mücadele edilmesi gereken bir illettir. Bu illetle mücadelede karşılıklı işbirliklerine büyük ihtiyaç vardır" Adalet Bakanı Sadullah Ergin1964 yılında Antakya'da doğan Sadullah Ergin ilk ve ortaöğrenimini Antakya'da tamamladı. Uludağ Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesinde gördüğü eğitimin ardından 1983 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Hukuk fakültesinden başarılı bir derece ile 1987 yılında mezun olan Ergin, askerlik görevini tamamladıktan sonra Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğünde 5 yıl süreyle kurum avukatı olarak çalıştı. 1995 yılında ise Vakıflar Bölge Müdürlüğündeki görevinden kendi isteği ile istifa ederek serbest avukatlığa başladı.
Çeşitli dernek ve cemiyetlerde yöneticilik yapan Ergin, Refah Partisi ve Fazilet Partisinde Hatay İl Başkanı olarak görevlerde bulundu. 1999 yerel seçimlerde Fazilet Partisinden Antakya belediyesi Başkan Adayı olarak seçimlere girmesinin ardından Adalet ve Kalkınma Partisinde kurucu İl Başkanı oldu.
3 Kasım 2002 tarihinde yapılan 22. dönem milletvekili genel seçimlerinde 1. sıradan Hatay milletvekili olarak parlamentoya giren Ergin, üç dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinde Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili olarak görev yaptı. 60. Cumhuriyet Hükümetinde Adalet Bakanlığı görevini yürüten Sadullah Ergin, 61. Cumhuriyet Hükümetinde de aynı göreve getirildi. Halen aynı görevini başarı ile yürüten Ergin, evli ve 4 çocuk
babasıdır.
Sevgili Dostum Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in Adalet Bakanlığı mensuplarına hitaben yaptığı konuşmayı da sizlerle paylaşma ihtiyacı duyuyorum. Hukuk terazisinin hakça tartılmasının ne kadar gerekli olduğunu vurguladığı konuşmasında hakikatin ne kadar önemli olduğunu belirtmişti.
İşte mitolojide adaleti temsil eden Themis’in gözlerinin neden kapalı olduğunu açıklayan konuşması;“Hukuk devletinin, kendi meşruiyetini de üretecek biçimde bireylere sunduğu, sunmak zorunda olduğu temel çerçeve, toplumda baş göstermesi muhakkak olan ihtilaflara nihai çözümler üretmeye elverişli bir yargı sisteminin varlığıdır. Çatışan çıkarların hukuk terazisinde hakça tartımı yoluyla, taraflar arasında göreceli de olsa bir uzlaşı sağlanması, toplumsal düzen ve barışın sürdürülebilir kılınması için hayati değer taşımaktadır. Hayatın olağan akışının bozulduğu hallerde devreye giren yargı, “hukukun son söz”ünü söyleyecek, bir bakıma “hukukun hakikati”ni belirleyecektir. Buna karşın, yargı mensupları, yanılgı nedir bilmeyen hakikat avcıları, hükmün tefhim anı ise muhakemenin hakikat anı elbette değildir. Hüküm, her ne kadar hâkimin hükmü ise de, aslında bir karma etkinliktir ve hakikatle teması, bu etkinliğe katılan bütün tarafların kolektif çabasıyla şekillenecektir. Adalet, yargı mensubunun bağışladığı bir değer veya bahşettiği bir lütuf değil, ona ulaşmada en fazla nezaret ettiği, yol gösterdiği ortak bir çabanın ürünü olabilir. Çünkü yargı mensubunun oturduğu kürsü, giydiği cüppe, yaradılışındaki eksiklikleri tamamlayan mucizevî araçlar değildir. Her sosyal uğraş gibi yargılama da beşeri zaaf ve hatalarla yüklü kişilerce yapılmaktadır. Bu yalın gerçeğe rağmen, adaletle yargı mensubunun varlığını eş tutan toplumsal algı, hâkim ve savcıyı muhakemenin merkezi aktörü haline getirmiştir.
Yargı mensubunun, bu toplumsal algının yarattığı yüksek beklentilerin cazibesine kapılarak “nezaret” görevini ihmal etmesi, yani hakem olma vasfını unutarak nesnel bir adalet anlayışının hazırlayıcısı ve tamamlayıcısı olma rolünü üstlenmesi halinde daha büyük sosyal yaralar, adalet adına daha vahim sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.
İşte bu mesleğin en zorlu, yüklediği sorumluluğun en ağır tarafı, işaret ettiğim bu ikilemde yatmaktadır. Bu ikilemi aşmak, uygulama için her zaman kolay olmamakla birlikte, teoride tarifi o kadar zor değildir: Hukuku, alçıdan bir kalıp gibi bünyemizi kaplayan mevzuata feda etmemek ama hukuki güveni de sarsmadan adalet beklentilerine karşılık vermek. Bunun için bir taraftan, hukuku kendi tabi mecrası içinde işler kılmak, diğer taraftan onu toplumsal değerlerle birlikte yaşayan ve tüm bu değerleri yaşatan canlı bir organizma olarak ayakta tutmak zorundayız. Bu sancılı sürecin en önemli unsuru, kuşkusuz “yorum” faaliyetidir. Ancak yargı mensubunun bu tabi ve en büyük zihinsel faaliyetinin, hukuku keyfi bir egemenlik alanına hapsetmemesi için bazı asgari ölçülerle sürdürülmesi gerekir.
Yargının bağımsızlığı, hukukun sağladığı yetki ve otoriteyi hâkimin istediği şekilde kullanabileceği anlamına gelmemelidir. Yorum faaliyeti de, hâkimin vicdani kanaati de, kişisel ön yargılara, varsayımlara, harici etkilere değil, hukukun temel prensiplerine, evrensel değerlerine dayanmalıdır.
Mitolojide adaleti temsil eden Themis’in gözlerinin kapalı oluşu boşuna değildir. O bağ, hâkimin gerçeklere kayıtsızlığını değil, gözünü adalet dışı mülahazalara, içinde bulunduğu egemenlik yapısının işaret ettiklerine kapalı tutmasını, kısacası tarafsızlığını simgelemektedir. Vicdani kanaat, uyuşmazlığı çözecek olan makamın, hukukun esasları ve aklın rehberliğiyle muhakeme süreci sonunda ulaştığı bir kanaat düzeyi olarak tarif edilmektedir. Vicdani kanaat delil değil, taşları delillerle örülü muhakeme yolunun, hukukçuyu ulaştırması umulan menzilidir.
Bu menzile sağ salim ulaşabilmek için, aklın, pozitif düşüncenin, hukukun ve evrensel değerlerin peşinden yürümek gerekir.
Bu fikri takibi korumak önemlidir. Unutulmamalıdır ki, ilahi bir lütufla insanın içine ekilmiş bir akıl yargısı olan vicdan, doğru ve sağlam değerleri ölçü aldığında, hata vermeyen bir pusula görevi görebilir. İnsana hayat bahşeden su neyse, toplumu ayakta tutan adalet de odur.
Adaletin, tıpkı su gibi ne rengi olmalıdır, ne kokusu. Norm hamurunu, aklı ve bilgisiyle yoğuran hukukçu, adalete şeklini veren baş aktör olur.
Kolay bir şeyden bahsetmediğimin farkındayım. Kolay olana talip olmadığınızın sizler de farkındasınız. Tarih boyunca adaletin yolu, pek çok zorluk ve türlü engellerle dolu olmuştur. Çıktığınız bu anlamlı yolculukta, günlük çıkara ve rüzgârın estiği yöne göre sizi sebepsiz yücelten veya haksızca eleştirenler de olacak. Adeta bir tribün amigosu edasıyla, kendi kuralları içinde işleyen yargılama süreçlerine müdahale hevesleri, gün gelecek belki bir miktar iştiyakınızı kıracak. İşini yapan ve ancak kararıyla konuşan yargı mensuplarının, vakur sükûnetini istismar etmek isteyenler de olacak. Aldırmayacak ve hukukun istikametinden sapmayacaksınız.
Demokratik bir hukuk devletinde, yargı ve yargısal tasarruflar, elbette eleştiriden münezzeh değildir. Bu eleştirilerle beslenecek, güçlenecek ve istikametinizi keskinleştireceksiniz. Ve Mecelle’nin, kamu adına iddia görevini yürüten savcılarımız yönünden de geçerliliği muhakkak olan unutulmaz hükmünü, her fırsatta hatırlamak gerekir. “Hâkim; hakîm, fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olmalıdır.” Hâkim; hakîm, yani hikmet mütehassısı; fehim, yani uzun farları açık; müstakim, yani dosdoğru bir istikamet sahibi; emin, yani korku ve endişeden uzak; mekin, yani sakin ve temkinli ve nihayet metin, yani sağlam ve metanet sahibi olacak. İşte bu vasıflarla temayüz etmiş yargı mensubunun vicdanı, adaletin dünyadaki tecelligahıdır. Sosyal yaralara merhem olan adalet, bu vicdanın mahsulü olacaktır. Adalet arayanlar, bu vicdana sığınacak, kötülükten kaçan iyilik bu vicdana iltica edecek, onda hayat bulacaktır”