Sabah cennete kanıp, sadakati unutmak, yoldaşı yolda bırakmak!

Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada ölmüşler... 
Hikaye bu ya; ölüm sonrası kat kat gökyüzüne doğru yükselirler ve bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başlarlar.
Adam çok susar ve adeta dili damağı kurur.
Biraz su bulabilmek ümidiyle bakınarak yürürken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında bulurlar.
Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, ki eşi benzeri görülmemişçesine…
Bu bahçenin, som altından yapılmış kapısının önünde hayranlık ve şaşkınlıkla dururken kapı açılır,
Beyazlar içinde, mütebessim ve güzel mi güzel bir kadın karşılarındadır... 
Adam, köpeğiyle birlikte yaklaşır ve sorar:
—Affedersiniz... 
Burası neresi?..
Kadın gülümser ve cevap verir:
—Burası Cennet efendim
Bunu duyan adam sevinçle;
—Harika!..
Peki, bize biraz su verebilir misiniz, 
Gerçekten çok susadık!.. der.
Kadın: 
—Tabi efendim, buyurun, içeri girin... 
İçerde dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz...
Adam hemen köpeğine döner ve "Hadi yavrum, nihayet suyu bulduk; içeri giriyoruz" diyerek kapıya yürür.
Ama kadın onları, birden durdurur:
—Üzgünüm efendim, 
Köpeğiniz sizinle gelemez.. 
Onu alamıyoruz...
Bunun üzerine adam bir an durur ve düşünür…
Bir yanda yaşadığı derin susuzluk ve her türlü imkanın sunulduğu muhteşem ötesi bir bahçe,
Diğer yanda, hayatının her safhasında yanında olan ve her koşulda dostluğunu/sadakatini ve yoldaşlığını esirgemeyen köpeğinden vazgeçmek…
Bunları düşünür ama tereddüt de etmez; geri döner ve köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters istikamette yürümeye başlar…
Yol gittikçe kötüleşmekte, toz ve çamura banmaktalar neredeyse…
Üstelik susuz ve aç olduklarını da düşünürsek; tüm koşulların negatif olduğu aşikar…
Tam ümitleri kırılırken yolun sonuna gelirler ve karşılarına çiftlik girişini andıran kırık-dökük bir kapı ve kapıda yırtık pırtık elbiseli bir dede...
Mecali tükenen ve konuşmaya dermanı kalmayan adam son bir gayretle:
—Affedersiniz.... 
Susuzluktan ölmek üzereyiz,
Bize biraz su verebilir misiniz?..
Dede:
—İçeri gel,
Kapıdan girdikten sonra, sağ tarafta bir çeşme var,
İstediğiniz kadar içebilirsiniz…
Adam sorar:
—Peki, arkadaşım da benimle gelip oradan su içebilir mi?
Dede…
—Tabi ki…
Hatta çeşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulacaksın...
Bunun üzerine köpeğine sarılan adam, sevinçle kapıdan girer… 
Biraz yürüdükten sonra sağ taraftaki çeşmeyi bulur…
Adam çeşmeden, köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderirler... 
Derken; susuzluğu gidermenin de etkisiyle kendine gelen adam, girişte bekleyen dedenin yanına döner ve ona der ki:
—Bize büyük bir jest yaptın, ikramda bulundun,
Bizim için dünyalara bedel bir durumdu.
Çok teşekkür ederim... 
Merakımı mazur gör ama burası neresi?..
Dede:
—Burası cennet…
Duyduğu cevap karşısında şaşkınlığı büsbütün artan adam:
—Ama nasıl olur..? 
Buraya gelmeden önce burası gibi kırık dökük olmayan, muhteşem bir yerden geçtik,
Kapıyı çok güzel bir kadın açmış ve orasının cennet olduğunu söylemişti...
Anlamlı şekilde tebessüm eden ve uzaklara dalar gibi bakan dede, "şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yeri kastediyorsun galiba, ama orası cehennem..." der.
Adam daha da şaşırır,
Öyle ya; bir yanda kırık-dökük kapısı olan ve hiçbir ışıltısı olmayan bir çiftlik, diğer yanda janjanlı, afili, kapısı bile altından olan muhteşem mekan…
Fakat sadık dostu köpeğine kapıyı kapatmadığı için, adamın gönlü dedenin çiftliğinden yanadır.
Bu duygu ve düşüncelerle sorar:
—Peki, o halde orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor,
Siz buna hiç kızmıyor musunuz?
Dede sakince gülümser ve bilgece cevap verir: 
—Hayır,
Kızmıyoruz... 
Çünkü onlar bizim işimizi kolaylaştırıyorlar,
Kendi çıkarı için, suyu görünce; bencilce ve geçmişini inkar edercesine en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennet'ten uzak tutuyorlar...


Ne kadar aşina geldi değil mi arkadaşlar…
Nimeti/ganimeti görünce başkalaşanlar,
Zoru/zahmeti görünce koşarak kaçanlar,
Güce yamulanlar,
Mazlumdan sıvışanlar,
Suyu görünce sadık dostu satanlar...
Ne kadar çok değil mi arkadaşlar!
Altına aldananlar,
Konfora kanıp, geçmişi unutanlar,
İnancını bırakanlar,
Menfaate kavuşunca sağıra yatanlar,
Güç elde etmek için suça bulaşanlar,
Cürüm ortaklığı kuranlar…
Ne kadar çok değil mi arkadaşlar!
 
Toplumsal ilişkilerde de,
Kamu gücünü sahiplenirken de,
Koltuğa tapınıp,
Dostları basamak yaparken de; aynen öyle değil mi!
 
İbrahim Tatlıses'in bir parçasında derdi ki;
"Hayat bir çark dişinde, herkes umut peşinde,
İhtiras ateşinde, ben ne yananlar gördüm.
Oh çekilmez yaraya, kurşun düşmüş araya,
Tanrı diye paraya, ben ne tapanlar gördüm…"
 
Hey gidi sahte cennetciler, hey gidi…
Sizler gibilerini ben çok gördüm,
Sadakati yüzünden, hor görülenler gördüm.
"Bal tutan parmağını yalar" diyerek; makamını kendi çıkar ve cebi için kullanmayanlara "enayi" dendiğini gördüm.
Kul hakkını unutup, hak'kı kendine kul edenler gördüm…
Aslında pek çoğunuz gördünüz,
Hatta görmeye devam ediyorsunuz.
Çünkü yaşayan şahitler, yaşadıklarınıza şehadet eden,
Sizler de görensiniz…
Düşene vur,
Çıkanın etrafında tur.
Tıpkı fırıldak gibi; topaca dönmüş karakterle,
Paraya satılan kişilikle; savrul da savrul…
 
Haysiyet/onur/hak/hukuk/adalet/kul hakkı…
Onlar için, bir önemi yok,
Yeter ki; suya kavuş,
O kapıdan, sadık dostlar girmese de olur,
Yeter ki; sen iç,
Dostlar susuzluktan ölse de olur!
 
Dost kimdir ve nasıl olunur?
Budur işte; vazgeçmeyen ve yoldaşını kapı dışı etmeyendir. 
Sadece bana demeyen,
Birlikte diyebilen,
Yokluğu paylaştığım dostum yoksa; "ben de o kapıdan girmem" diyen insandır dost!
Karar anında tereddüt geçirmeyen,
Dostuna inanmaya devam eden,
Tuttuğu eli toprağa kadar tutan,
Suyu görünce sadakati unutmayan,
Vefayı, bir semtten ibaret saymayan insandır dost!
 
Ne insanlar ne iktidarlar, ne imkanlar gördüm,
Kendini ölümsüz sanan,
Gücüyle azmanlaşan,
Nereden geldiğini/ne olduğunu/ne olamayacağını unutup; para ve kudretin şehvetine kapılanlar gördüm.
Naçizane, çok devir yaşadım,
Kendimi bildim bileli/yaklaşık 15 yaşımdan beri,
Zirveyi de, en dibi de sırtlandım.
Az zamanda çok şeyleri yaşadım.
Siyaseti/siyasetçileri/darbeleri/darbecileri,
Mahkemeleri, muhakeme edenleri,
Yargısız infazları/linçleri/yaşarken öldürüşleri,
Düşene bir tekme de benden diyerek; kendini inkar edenleri,
Emin olun; çok yaşadım ve çok gördüm!..
Bu yüzden,
Bu hikayeler/fıkralar/bu tarz anlatılar, anlamlı ve manidar geliyor bana.
Bu yüzden paylaşıyorum sizlerle…
 
Arkadaşlar,
Güzel bir söz var;
"Kendi yaşadıklarından ders alabilmek, bir de başkasının yaşadıklarından ders alabilmek…"
 
Şahsım adına söyleyecek olursam;
Olanlara telaşsız/rahat ve gülümseyerek bakabiliyorum artık,
Artık üzemiyor kimileri,
Kendilerince, fırsatı ganimet bilen şark kurnazları/sıva yılanları/tarla fareleri umurumda bile olmuyor artık…
Çakalın teki çıkıyor; kuyuya bir taş atıyor,
Çakal bile olamayan mahalle enikleri; başlıyor taşlamaya!
Umursamıyorum bile…
 
Böylesi anlarda, Nazım Hikmet'in dediği gibi;
"Yeniden mihenge vuruyorum inandığım şeyleri"
Ve, "çoğu katıksız çıkıyor" çok şükür.
Bu yüzden, "Artık kışkırtamıyor beni düşman"
Çünkü, kimseyi düşman görmüyorum ki…
 
Ama şunu gördüm ki;
Ne zaman, "putların ormanından baltalayarak geçsem" saldırmaya kalkan/saldırdığını sanan/saldırgan çoğalıyor.
Ama bilmiyorlar,
Umurumda bile değil; "ne böylesine hür olmuşluğum vardı, ne böylesine özgür…"
 
Artık kararlıyım,
Kendi evinin ambarından mal aşırıp, mahallenin bıçkın haramzadesine satan haylaz çocukları,
Kendini gazeteci sanan bataklık sineklerini,
Necip Fazıl'ın deyişiyle; "benim kanalizasyona attığım şeyleri, maçaları sıkışınca oraya girip girip çıkartmayı adet edinenleri",
İnanın, umursamıyorum bile…
Onlara acıyorum aslında,
Ve sonra, acı acı gülüyor/gülümsüyor ve "siz giderken ben geliyordum" diyorum…
O da içimden!..


Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
OGÜNhaber