Her şeyi kafaya takıyoruz.
Darlanıyor; ruhumuzu daraltıyoruz.
Tahammülsüzlük içinde, bir diğerimize katlanamazlaşıyoruz.
En küçük şeyden bile delleniyor; adeta, "çatacak yer" arıyoruz.
Bu ise hem hayat kalitemizi düşürüyor ve hem de, bunca yaşadığımız sorunlar içinde, mutsuzluğumuzu daha da artırıyor.
Peki, her şey veya herhangi bir şey halloluyor/sorunlar çözülüyor mu!..
Ne gezer…
Çektiğimiz stres/sıkıntı/mutsuzluk yanımıza kâr kalıyor.
Ve, stres stresi besliyor,
Gerginliği artırıyor,
Tahammülü bitiriyor,
Bu ise; kendi kendimize ve etrafımıza hayatı zehir ettiriyor.
Hal/ahval ve durumumuz böyleyken; ışık tutacak şu iki hikayeyi paylaşmak istiyorum.
***
Bilge Usta ve Mutsuz Çırak…
"Yaşlı usta feleğin çemberinden geçmiş/hayatın anlamını bilen, bilge biriydi.
Çırağı ise tam tersi…
Usta, bu çırağın sürekli ve her şeyden şikayetlenmesinden bıkmıştı.
Bir ders vermeye karar verdi.
Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.
Yaşlı usta tuz alıp gelen çırağa, bir avuç tuzu bir bardak suya atmasını istedi.
Sonra da; "şimdi iç onu..." dedi.
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle; "acı/berbat" diye cevap verdi.
Ustanın yüzünde muzip ve aynı zamanda anlamlı bir gülümseme oluştu.
Hiçbir şey demeden çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.
Az ilerdeki gölün kıyısına götürdü.
Ağzındaki tuzlu suyun tadı hala geçmeyen çırak "niçin buraya geldik" dercesine Ustanın yüzüne bakıyordu.
Usta bu kez, bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.
Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken, ustası aynı soruyu sordu:
"Tadı nasıl?.."
"Güzel ve ferahlatıcı" diye cevap verdi, mutsuz çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,
"Hayır" dedi, çırak.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun kenarına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve söyle dedi:
"Evlat,
Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir; ne azdır, ne de çok…
Istırabın miktarı hep aynıdır.
Ancak bu ıstırabın acılığı/kötülüğü/berbatlığı neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.
Onun için, sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış!..""
***
Kızılderili ve kim neyi nasıl işitir?..
"Bir gün, New York' ta bir gurup iş arkadaşı, öğle vakti yemek molasında dışarı çıkarlar.
Gurup içerisindekilerin biri Kızılderili'dir.
Yolda yürürken Kızılderili, onca insan kalabalığı/siren sesleri/yoldaki iş makinalarının çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında, "Kulağıma neşeli bir cırcır böceği sesi geldi. Onu arayacağım" der.
Arkadaşları, bu kadar kalabalığın, gürültünün arasında cır cır böceği aramasına gülerler,
Ve bu hareketine pek anlam veremezler.
Kızılderili'ye "Bu kadar gürültünün arasında böyle bir ses duyman mümkün değil" derler ve yollarına devam ederler.
İçlerinden bir tanesi merak eder ve gitmez.
Kızılderili'yi yalnız bırakmamak için onunla kalır.
Kızılderili, yolun karşı tarafına doğru yürür,
Arkadaşı da peşinden...
Az ötede gökdelenlerin gölgesindeki bir tutam yeşilliğe gelirler.
Ve bingo…
Bir cırcır böceği bulurlar.
Arkadaşı şok tabi,
Merak ve şaşkınlıkla Kızılderili'ye;
"Senin insanüstü güçlerin mi var. Bu sesi nasıl duyabildin" diye sorar.
Kızılderili;
"Bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya lüzum yok.
Beni takip et, sana nasıl olduğunu göstereyim..." der.
Kalabalık bir kaldırıma gelirler.
Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırıma atar...
Oradakilerin hemen hepsi, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa dönüverirler.
Ceplerinden para düşürüp düşürmediklerini kontrol ederler.
Kızılderili, arkadaşına döner ve;
"Gördün mü; paranın sesini nasıl da duyuverdiler.
Önemli olan, neye kıymet verdiğindir.
Her şeyi, ona göre duyar/görür ve hissedersin!..""
***
Yaşatıldığımız bu karmaşık hayatı belki daha da anlamlandıracağına ve yaşamdan aldığımız tadı biraz daha arttıracağına inandığım bu iki anlamlı kıssaya hissedar olmanızı dileyerek bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.