"Elli ayaklı adam" hikayesi…

Uzun yaz günleri…
Köyün çalışabilenleri tarlalarda, çiftle-çubukla uğraşıyor kalan ihtiyarlarsa kendi halinde ve pek uyuşuk…
Köyün hocası için, günler tekdüze ve oldukça can sıkıcı…
Öyle ki; iki namaz arası bile zaman geçmek bilmiyor gibi.

Aklına bir muziplik gelmiş hocamızın,
Bir laf uydurmuş; sırf eğlencesine...
Zaten birkaç ihtiyardan ibaret olan cemaatine, sır verircesine fısıldamış:
"Ah ahhh…
Başıma ne geldi bir bilseniz…
Dün gece penceremin önünden elli ayaklı bir adam geçti…"

İhtiyarlar şok tabi…
Evlerinin yolunu tutan ihtiyarlardan biri; "yahu elli ayaklı adam mı olur?" diyecek olmuş ama diğerleri hemen bastırmış:
"Yahu, koskoca hoca yalan söyleyecek değil ya!"

Halbuki hocanın öyle kurtarır bir tevili varmış ki; sözü yalan olmaktan çıkarıyormuş.
Eli ve ayağı olan adama, pek tabi ki; "el'li ayak'lı" denebilir.
Yalan değil; kinaye imiş hocanın söylediği…

Tabi çok geçmeden laf kulaktan kulağa yayılmış.
Her anlatan yeni bir şey katmış hikâyeye.

Kimi, elli ayağın aynı zamanda nasıl da iri tırnaklı olduğunu,
Kimisi ise, elli ayaklı adamın bebekleri kaçırıp yediğini eklemiş.
Yok efendim; çocuğunu düşüren kadınlar olmuşmuş, elli ayaklı adamı görünce!..
Vay efendim; yukarı köyde bir darı tarlasını bir çırpıda yalayıp yutmuşmuş, elli ayaklı adam!..

Hocaya bir neşe gelmiş ki; değmeyin keyfine…
Köylülerin her seferde hikâyeye yeni yeni ayrıntılar eklemeleriyle daha da keyiflenmiş Hocamız…

Bir zaman sonra, hoca alışveriş için kasabaya inmiş.
Bakmış ki, "elli ayaklı adamın" hikayesi bütün ahalinin ağzında.
Durum, öyle bir ciddiye dönmüş ki;
Bağrış, çağrış, korku, tartışma...
Çeşit çeşit haller ve duygular iç içe ve kasabanın gündemi sadece bu konu…

Tam bu esnada,
Başına toplanmış kalabalığa, gözlerini büyüte büyüte avurtlarını şişire şişire "elli ayaklı adamın" kıyamet alametlerinden olduğunu anlatan birini de görünce hoca dayanamamış,
Söze karışıp;
"Muhteremler,
Elli ayaklı adam, eli ve ayağı olan adam demektir" diye tashih edecek olmuş. Ama hocanın bu izahına inanan olmadığı gibi, bir de dalga geçtiği düşünülüp iyi bir azar yemiş.
Bir köyde Hoca olduğu bilinmediği ve kasabalı tarafından da tanınmadığı için az kalsın dayak yiyormuş.

"Eyvah ki eyvah…
Yahu ne ettim ben,
Nelere sebep oldum böyle…" diye hayıflanan ve üzülen hoca kasaba kaymakamına ve zaptiye âmirine gitmeye karar vermiş.

""Yaptığım münasebetsiz bir şaka idi" derim.
Kızarlarsa da katlanırım, ne yapayım" diye, geçirmiş içinden.

Kaymakamın kapısına varınca, bakmış ki kapı açık.
İçerde bir kalabalık ve herkes pür-telaş…
Zaptiye Amiri kaymakamı bilgilendiriyor,
Bir nevi brifing veriyor…
Konu yine aynı; "elli ayaklı adam"!..
Zaptiye Amiri, her türlü asayiş tedbirinin aldığını, gece bekçilerinin sayısının üç katına çıkarıldığını söylemekte...

Ağzını açamamış bile Hoca,
Hayret ve şaşkınlıkla konuşulanları dinlemiş sadece…
Kaçarcasına çıkmış oradan.
Ve kendi kendine şöyle düşünmüş:
"Koca hükümetin koskoca kaymakamı uyduruk bir hikayenin peşinden gider mi? Demek ki, gerçekten de böyle bir şey var!
Allah Teala, lütfedip ben gibi bir fakirin kalbine ilham ve ihtar etmiş.
Meğer, ben bile ciddiyi şaka sanmışım...
Şakaya inandılar diye elalemi saf sanırken, asıl saf bizmişiz!"..

Gerçekten de, "elli ayağı olan bir adam" olduğuna kendisi de inanan hoca, koşa koşa köye gelmiş.
Cemaati acilen toplamış.
Ve köylülerin elli ayaklı adam tehlikesine karşı müteyakkız olmaları için ateşli bir vaaz vermiş!..

***

Böyleyiz işte…
Millet olarak efsanelere/kanaat önderlerine/mucizeviliklere ve özellikle dini önderlik edenlere itibar edip, koşulsuz inanmayı çok severiz.

Hatta bir deyim vardır ya; "şeyhi müritleri uçurur" diye.
Aynen onun gibi…
Önünü arkasını/nasıl ve niçin'ini irdelemeyiz,
Aslında işimize böyle gelir,
İnan ve kurtul…

Akletmeyi/düşünmeyi ve makul mantıklı bir şey olup olmadığını değerlendirmeyi hiç sevmeyiz.

Bırakın; örnekteki hocanın, yaptığı şakanın gerçek olmayacak kadar absürt olduğunu düşünmeyi; "Elhamdülillah Müslümanım" deriz ama dinin kaynağı olan kitabımızın içindekileri okuyup/akledip/içeriğine uygun amel etmektense; "…böyleymiş/böyle diyorlar/hoca böyle demiş/pirimiz böyle buyurmuş…" gibi, bir din yaşamaya bayılırız!..

Söz ve düşüncelerim sakın ola yanlış anlaşılmasın.
Kimseyi zemmetmeden/hedef ve muhatap almaksızın söylüyorum.
Ama şunu bilmek zorundayız ve hatta bilme mükellefiyetimiz var.
Anlam/ulviyet/yücelik ve mucizevilik yüklediğimiz o kişiler de bir insan,
Senin/benim/onun gibi bir insan…

Yeri gelir şaka yapabilen,
Aldanabilen,
Yanılabilirliği olan,
Hata edebilen,
Artıları olduğu kadar, eksileri de/noksanları da/zaafları da olabilen bir insan!..

İnanın ötesi yok…
Bazen din ve dinîlik söz konusu olunca, aklı yok sayıyor,
Teslimiyete ram oluyor,
Allah'ın "düşünmeye/akletmeye" dönük buyruklarını hatırlamıyoruz bile…
Hele, dinî hüviyetli biri konuşunca,
Veya birisi dinî referanslı bir kelam edince; "tam teslimiyet/tartışmasız kabul/mutlak doğrudur" şeklinde, bir inanış ve davranışa giriyoruz.

Halbuki örnekte gördük.
Tamam, sadece bir örnek ve bir hikaye ama; gerçeklik payı hiç yok mu sizce?..
Bence var…

Peki bunun sonucu nedir?
"Nasıl olsa, inananı/alıcısı var diye ahaliye olmayan bir şeyi varmış gibi söylersen,
Hatta, şakasına bile söylersen,
Hele de önem atfedilen/saygınlığı olan bir görevdeysen,
O söz ve söylem, döner-dolaşır/allanır-pullanır ve bir efsaneye dönüşür,
Ama unutma ki; bumerang gibi döner gelir ve seni de vurur.
Kendi yaptığın şakaya, sen de inanırsın!.."


Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
OGÜNhaber