Gündem öylesine hızlı değişmektedir ki, yazmaya karar verdiğiniz şey bir saat içinde eskiyiverir.
Volkswagen fiyaskosu ve nemalarından yola çıkıp bir şeyler yazacaktım, kendimizle yüzleşmeyi yazacaktım, etikle moral ilişkisinden söz edecektim falan filan.
Ancak keder keder üstüne vuruyor.
Biri gitmeden biri geliyor.
Ben göründüğüm gibi değilimdir. Çok fazla etkileniyorum her şeyden.
Dışarıdan çetin görünürüm de içim biraz yumuşaktır.
Yaş da alındı biraz tabii. Keder katsayısı artıyor insanın.
Her ne kadar çocuk kalmaya çabalasam da şekeri elinden alınmış bir hal sarıyor ruhumu.
Haktır, değildir bilemem.
Ankara Katliamı ile ilgili tüm söylenecekler söyleniyor, yazılacaklar yazılıyor.
Terörden çok çekmiş bir kuşak olarak diyorum ki; hiç bir amaç ve sebep insan hayatından kutsal olamaz.
Toprak uğruna ölen varsa vatandır.
Evet dünyanın savaşlarla çalkalandığı geçen yüzyılın ilk yarısında böyleydi.
Artık;
Toprak üzerinde mutlu ve huzurlu, güvenli yaşayanlar varsa vatandır.
İnsanlar bu üçlünün peşinde göç ederek yeni vatanlar ediniyor artık.
Bu konularla ilgili beyin meltemlemesini ileride yaparız.
Bugün geçmişe gitmek istiyorum izninizle.
Yıl 1980. Ahmet Gülhan’la Haldun Taner Devekuşu Kabare’den ayrılmış, Tef Kabare’yi kurmuşlar. Genç kadrodakilerden biri de benim. Diğerleri; Necati Bilgiç, Haluk Yüce, Oya Terzi Yüce, Berrin Koper ve Uğur Yücel.
Orta yaştan da Gülümser Gülhan ve Mehmet Akan.
Bir yıl sürdü
Tef Kabare.
Nedense bir tek beni alarak yanına başka bir tiyatroyla ortak oldu Ahmet Ağabey.
O zaman tanıştık. O tiyatronun sahibiydi. Ben 21-22 yaşlarımda o 33-34 yaşlarında idi.
Anında kaynaştık. Arkadaş olduk. Muzırdaş olduk.
Başrol verdi bana ilk oyunda.
Tiyatro karıştı hafiften.
Beni yalakalıkla suçlayanlar oldu.
Üç yıl sürdü.
Patron-oyuncu değil, ağabey-kardeş değil, mahallenin fırlaması iki velet arkadaş olmuştuk.
İlk karısından ayrılmış, ikinci karısıyla henüz evlenmemişti.
Tartışırlardı ara sıra, ya kendi vurur kapıyı çıkardı, ya da atılırdı dışarı.
Dert etmezdi, etmezdik.
Hayta hayta takılırdık birlikte.
Tiyatroda kalırdık.
Sular akmazdı, talk pudrasıyla yıkardık saçlarımızı.
Taksim’de şimdiki Continental, o zamanki Sheraton otelinin lobisinde sabahlar, otopark’ta Lada’nın içinde uyuklar, tuvalette saçımızı yıkar, el kurutma makinesiyle saçımızı kurutur ve çok ama çok eğlenirdik.
Sokağa çıkma yasağına yakalanmadığımızda bize giderdik.
Minicik evde kanepede yatardı.
Köpeğimiz Spak’ı çok severdi.
Muzırlıklar yapardı ona da.
Annemi kızdırmayı ve yaprak sarmasını çok severdi.
Geceyarısı yaptırmışlığı vardır.
Sahnede ısınma hareketlerimi yaparken gizlice perdeyi açmıştır.
Oyun sırasında en büyük eğlencesi beni güldürmekti.
Askerlik anıları Hasbi Tembeler’den matraktır.
Yüz kere dinleseniz doymazsınız.
Halk komiği nedir, halk tiyatrosu nedir ondan öğrendim.
İzmir turnesinde (o zamanlar bir ay gidilirdi) yolları bilemeyip kaybolduğu için arabasını bana verir kendisi taksiyle gezerdi.
Oğlu bebekti, turnede bana emanetti.
Çok ünlüydü, peşinden bütün cadde yürürdü ama o aldırmazdı. Kasılmazdı, sıkılmazdı. Dalgasındaydı hayatın.
Çocuktu, çocuktuk. Mızırdı, muzırdık, haşarıydı, haşarıydık, yaramazdı, yaramazdık.
O gitti biz kaldık.
67 yaşında bir çocuğu kaybettik.
Tüm kaybedilenlere ilaveten..