Bir CEO arkadaşım vardı. İş nedeniyle gitmediği ülke kalmamıştı.
Onun gittiği yerlerden birine seyahat edeceğim vakit danıştım bir kaç kez.
Hani “Nerelere gideyim?” baabından.
Hiç önerisi olmazdı. Bir gün dedim ki “Yahu o kadar ülkeye gittin, nasıl bilmezsin?”
Dedi ki; “Ben oralara gittim ama gezmedim ki. Havaalanı, otel, şirket. O kadar. Yolu bile görmem. Koyu renk camlı V.I.P aracımda dosyalara gömülürüm.”
Üzülmüştüm. İstanbul’u bile bilmiyordu.
Bir pazar günü, ailelerle katıldığımız geç kahvaltıda (Brunch) bile elinde tableti bir şeyler yazıp duruyordu.
Dedim ki; “Sen yaşamak için çalışmıyor, çalışmak için yaşıyorsun.”
Dedi ki; “Şimdi iş için vazgeçtiğim şeyleri emekli olunca kaygısızca yapacağım.”
Yaşı benden büyüktü. 62 yaşında kendi isteğiyle emekli oldu banka CEO’luğundan, Bodrum’da sahilde bir ev aldı balıkçıların yanında, oraya yerleşti ve üç sene sonra hayata veda etti.
Büyük ve başarılı CEO hayat planını yanlış yapmış ve iflas etmişti.
Son yaşlarını huzur içinde geçirmek için pahalı bir ev alıp yerleşmek üzere çalışıp çabaladığı o küçük köyde doğmuş olan ve ele güne muhtaç olmayacak kadar kazanan balıkçılar hala sağlık ve mutlulukla yaşıyor.
Diyeceğim, hayatımıza ördüğümüz duvarların hapsinde yaşıyoruz bir gün özgürleşmeyi umarak.
Vazgeçemediğimiz gereksiz rutinlerimiz, tekdüzeleştiriyor yaşantımızı.
Hem zihinsel, hem bedensel olarak ‘Güvenli Alanlar’ımızdan çıkmayı göze alarak özgürleşebiliyoruz.
Bu cesareti gösteremeyenlerin, özgürleşme talep etme ve özgürleşme hakları yoktur.
Taaa ilk gençlik, öğrencilik yıllarımdan beri yaptığım şeydir; bunalınca mahallemden çıkar, Tahtakale, Eminönü, Balat, Küçük Ayasofya, Süleymaniye, Karaköy, Kuzguncuk, Boğaz Köyleri başta olmak üzere kenar mahallelere kadar ayak açarım ve benim ‘Gerçek İnsan’ dediğim kişilerle sohbet eder dokunur, dokunulurum.
Çocukluğuma benzer sokaklar, evler, insanlardır rahatlatır.
Mesela geçen hafta, bir gün, kendi güvenli alanımızdan, akvaryumumuzdan bunaldığımızda, tuttum sevgilimin elinden, “Gel, kendi şehrimizde turist olalım” dedim.
Bindik Bağdat Caddesi’nden dolmuşa hoop Kadıköy.
Karaköy vapuru kalkmak üzereydi. Hesabımızı yapıp Kentkart’ımıza ihtiyacımızı yükledik, bindik vapura.
Vapur yolculuğunun ustasıyımdır. Hava güzel oldumu alt dış kenara oturulur. Denizi duyar, koklar, hissedersin.
Güneş, deniz, sevgilim ve ben. Ohhh en sevdiklerim. Yaklaşık 10TL. ye huzur.
Karaköy’de indik, dolaştık. Yalnızca Karaköy’ün sokaklarında değil, gençliğimin, üniversite yıllarında gümrük komisyoncusunun yanında çalıştığım yıllarımın sokaklarında da dolaştık. Anlattım anlattım.
Dünyanın ilk metrosu sayılan tarihi Karaköy - Tünel finikülerine bindik, Tünel’den eski replica tramvaya atladık, bütün İstiklal’i onunla geçmek haksızlık olurdu, St. Antoine Bazilikası’nın önünde indik, daldık içeri, ağladık.
Dindar olmayan inançlı biri olarak (Deist) Sultan Ahmet Camii de St. Antoine Kilisesi de aynı etkiyi yaratır bende. Her tapınak aynıdır benim için.
Her neyse, artık balık olmayan Balıkpazarı başta olmak üzere her deliğe girip çıktık.
Yine bir ‘Gerçek’ Beyoğlu çocuğu olarak (Taksim Atatürk Erkek Lisesi mezunuyum ve evimiz Galatasaray Hamamı’nın yanındaydı.), yani bölge henüz entel danteller tarafından züppeleşmemiş, turistik olmamışken, İstiklal Caddesi’nde çift yönlü trafik varken ve Taksim gerçekten meydanken ve oralara Beyoğlu denirken ki zamanların çocuğu olarak, elinden tuttuğum sevgilimi o günlerde dolaştırdım.
Daha sonra Taksi Meydanı (!) ‘nda bir kahve molası verdik ve güneşin son enerjisiyle ışınlarını bedenimize saplamasına, bizi delik deşik etmesine izin verdik.
Sohbetimiz iyice kıvamlanmıştı. Ekmeğin üzerine aç karnına sürüp yedik ve doyduk tüm ruhumuzla.
Taksim’den (Bu kez yeni) finikülerle Kabataş ve ortadan motorla Kadıköy, sonra ev, huzur, mutluluk ve güzel uyku.
Kendi kayıp dünyalarının farkında olmadan, o karanlık dehlizlerinden bize gülücük ve ışık saçarak oynayan Suriyeli çocuklar, onlara müdahale etmesine müdahale ettiğimiz güler yüzlü polisin çaresiz muhabbeti, evinden binlerce kilometer uzaktaki Uruguaylıların bize en yabancı ezgileri en tanıdık şekilde çalmaları, John Ford’un Western filmlerinden bir kare gibi duran Kızılderili, inanılmaz bir insan kilimde bir ilmek olmaya çalışmanın telaş ve keyfi, Kadıköy’de vapurların orada, gelirken Karadeniz ezgileri çalan gurub, koca bir halka olarak horonla eşlik edenlerin değişmesine rağmen resmin değişmemesi, horon ve müziğin aynı coşkuyla devam etmesi, kokular, tatlar, renkler, sesler gökkuşağı armonisi içinde doldurdu hücrelerimizi.
İnsanı, sevgiyi, huzuru, barışı, hayatı ve en önemlisi yeniden birbirimizi bulduk bir günlük turistliğimizde.
Mutluyduk ve özgürdük.
Hem de Bağdat Caddesi’nde in bir Café’de iki kahve fiyatına.
En kısa zamanda başka yerler ve diğer sevdiklerimizle de tekrarlamaya karar verdik ve bunu yapamayan her konudaki ünlü ve zenginlere acıdık. Onları da açık görüş günlerinde ziyarete karar verdik :))
Rutinlerden bunaldığınızda, rutini kırın.
Paris’e falan gitmeye gerek yok.
Kendi kentinin turisti olmak da çok güzel bir seyahattir.