Dünya haritasını şöyle bir göz önüne getirdiğimizde dahi görürüz ve anlarız ki, Avrasya denilen bu coğrafya Dünya coğrafyasının da merkezidir. Ve Türkiye, Asya’nın bitimi, Avrupa’nın başlangıcını teşkil eden konumu dolayısı ile, en ehemmiyetli ve merkezi bir rol taşımaktadır.
Tarih boyunca da, Dünya batısının iştahı hep dünya’nın doğusuna yönelik olarak kabarmıştır. Bu durumun bilinen en eski örneği, Medea ile Perses’in (yani Medler ile Persler) ülkesinden altın postu çalmaya giden Jason ve Argonotlarıdır. Homeros, Truva savaşının Avrupa’nın Asya’ya egemen olma amacı ile gerçekleştirildiğini belirtmektedir. Büyük İskender’de aynı sevda ile uzun yıllar mücadele etmiş ve belki de bu hayali-sevdayı tarihte gerçekleştiren ilk ve tek imparator olmuştur.
Hz.Süleyman döneminde Kudüs, Hint okyanusundan gelen kervanların Akdeniz’e açılan kapısı haline getirilmiş ve bölgenin jeostratejik önemi daha da artmıştır. O günden bu yana ise, bazen Haçlı savaşları adı altında bazen başka isimler adı altında Dünya’nın kalbi denebilecek bu bölgede savaş eksik olmamıştır.
Roma İmparatoru Konstantin de aynı hayal-sevda ile İmparatorluğuna yeni merkez olarak, işte bu Avrupa ile Asya’nın birbirine en yakında baktığı coğrafyayı seçmiştir. Her ne kadar Konstantin yeni kurduğu bu şehre kendisi ‘’Yeni Roma’’ demiş ise de, daha sonradan bu şehrin adı kendi ismi ile yani ‘’constantinopolis’ olarak anılmaya başlamıştır. Atalarımız olan Osmanlı’nın fethi ile İstanbul adını alan bu yeni jeopolitik-jeostratejik merkez zaman içerisinde, merkez konumunu Kudüs’ten devralmıştır. Çünkü, Kudüs her ne kadar deniz taşımacılığına dayanan Baharat Yolu’nun kilit noktası ise de, İstanbul bu deniz taşımacılığını kara taşımacılığına bağlayan İpek Yolu’nun aktif hale gelmesi ile merkezi konumunu elde etmiştir.
Tarihsel olarak doğu’nun ele geçirilmesi hayal-sevdasını taşıyan batı’nın Türklerle olan husumeti de işte bu noktada başlamıştır. Türk coğrafyaları orta asya’dan bu yana tarihi İpek Yolu’nun üzerinde bulunmuştur. Türklerin Batı’ya göçü ile birlikte Anadolu ve Anadolu üzerinden Kudus’ün de Türk kontrolüne geçmesi ile birlikte, Türkler hem tarihi Baharat Yolu’nun hem de Tarihi İpek Yolu’nun kontrolünü ele geçirmişlerdir.
Nihayetinde Kudüs ile birlikte İstanbul’un da hâkimiyetinin Türkler tarafından ele geçirilmesi ile birlikte Batı, kendisine Asya’ya karadan ve denizden ulaşmak için farklı yollar keşfetmek arayışına geçmiştir. Bu arayış Amerika’nın keşfini doğurmuş ve Dünya sahnesine iki yeni güç ortaya çıkarmıştır. Rusya ve ABD.
Hatta, 16.yüzyılda Kazan’ı ele geçiren Rus Çarı Çar IV.İvan, ilk iki Roma’nın yıkıldığını (Roma ve İstanbul) artık 3. Roma olarak Moskova’nın var olduğunu belirtmiştir. Bu şekilde artık Batı’nın, Doğu’ya hakim olabilmesi için Kudus, İstanbul ve Moskova’nın ele geçirilmesinin gerekliliği ortaya çıkmıştı.
20.yüzyıla gelindiğinde Dünya’nın hemen hemen tüm deniz yollarına hakim olan İngiltere’de bir siyasi coğrafyacı (jeostrateji-jeopolitik) uzmanı olan Sir Halford John Mackinder, İngiltere’nin deniz yolları hakimiyetinin yeterli olmadığını ortaya koymuştu. O’na göre Amerika ve İngiltere’nin Dünya hakimiyeti için Doğu’ya hükmedilmesi şart idi.Doğu’nun ele geçirilmesi ise sadece yeni keşfedilen deniz yollarında hakim olmak ile sağlanamayacağın, kadim ve tarihsel deniz yolu (Baharat Yolu) ve kara yolunun (İpek Yolu) da hakimiyetinin ele geçirilmesi gerekmekte idi. Doğu’nun hakimi olabilmek için de işe Avrasya denilen Asya ile Avrupa’nın birleştiği coğrafyanın hakimiyetinin ele geçirilmesi ile başlanmalı idi. Sir Halford John Mackinder, İngiltere ve Amerika’nın Avrasya’da ve dolayısı ile Doğu’da hakimiyet kurabilmek için öncelikle bu bölgede egemenlik iddiası taşıyan güçlerle-Türkiye ve Rusya- mücadele etmesi gerektiğini düşünmekte idi.
20. yüzyılın başlarında bu düşünceleri taşıyan Sir Halford John Mackinder’in aksine SSCB’nin yıkılması ile erken bir zafer sarhoşluğuna kapılan Fukayama, Tarihin Sonu (Aynı zamanda Fukayama’nın kitabının adıdır) tezini ortaya atarak, artık Barı medeniyetinin hakimiyeti ve galibiyeti kesinlikle kazandığını iddia etmişti.
Ancak bu zafer sarhoşluğundan erken kurtulan Batı, Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabı ile uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun,ekonomi ya da politika ve hatta ideolojiden öte coğrafyalar ve bu coğrafyalar üzerindeki hakim medeniyetler olduğunu savunmuş ve Batı’nın tarihsel Doğu hakimiyeti hayali-sevdasının devam ettiğini belirtmiştir.
Soğuk Savaş sonrası Amerikan Uluslar arası ilişkiler ve stratejiler uzmanlarından Zbigniew Brzezinski, 1997 yılında yayınlanan ‘ Büyük Satranç Tahtası’ isimli kitabında, Batı’nın Doğu’ya açılan kapısı olan Avrasya’nın Dünya İktidarının merkezi olduğunu söyleyerek, Batı’nın düşünmesi ve engellemesi gereken şeyin ‘’ Avrasya’ya egemen olma ve böylece Amerika’ya meydan okuma yeterliliğine sahip bir rakibin ortaya çıkmaması’’ olduğu belirtmiştir.
Şu anda Ortadoğu’da ve/veya Avrasya denilen Rusya’yı ve Türkiye’yi de içine alan bu coğrafyada yaşanan savaşlara, düşmanlıklara yazının başından bu yana izah etmeye çalıştığımız tarihsel perspektif ile baktığımızda, yaşananları (Suriye’de, Mısır’da,Türkiye’de, Filistin’de,Yunanitan’da, Ukrayna’da ve daha pek çok yerde) daha doğru anlayabileceğimizi düşünmekteyim.
Çünkü, Batı’nın tarihsel hayal-sevdası olan Doğu’nun hakimiyeti ideali, bir hak ve batıl savaşı olarak devam etmektedir. İngiliz, Amerikan, Alman ya da Fransız hemen her Batılı ülke liderinin gönlünden her zaman Doğu’ya hakim olan ‘Yeni İskender’ olmak geçmiştir ve geçecektir de.