Tesbihten Yapılmış Pusula

Kaymamak için öyle sıkı tutmuşlardı ki birbirlerinin elinden, sanırsın sırattan geçecek ikisi birden...

Seyrederken karşısındaki bu çabalamayı, karıştırmaya başladı radyonun frekanslarını...

Bir-iki cızırtı, akabinde 'Neşet Baba' haykırdı: 'Üç derdim var birbirinden seçilmez. Bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir ölüm' 

İşte kaldığı yerden devam ediyordu sürgün! Böylesi anlarda boğazında bir düğüm...

Dalmıştı yine yaşanmış geçmişe, yaşanabilecek geleceğe. Nasıl olmuştu hayatı bir anda kördüğüm. Türküye kapılmıştı varlığı ve aslında hepsi de sonuncuya bağlıydı...

O gelince diğerleri ben de buradayım diyordu. İşin aslı sonuncu da son değildi. Bitiminde vuslat olan, araya konulmuş bir mesafeydi herkesin bir gün göreceği...

Peki olan gidene mi olurdu? Kalanda da izi geçmez yaralar oluşur muydu? Kalan için telkinden sonra, gidenle yaşanan sahneler sonlanır mıydı? Yoksa film daha yeni mi başlardı? 

Hangi hayalin, hangi sahnenin, hangi yaşanacağın hasretini çekerdi bütün hücreleri...

Gençti. Kanı hızlıydı. Serde biraz da delilik vardı. Kahramanı babasıydı... 

Beşiktaş'ı babasıyla sevmişti. Alış-veriş babasıyla bir başka güzeldi. Sıradan anlar bile farklıydı. Bayramlar bambaşkaydı.. 

Bir mecliste kendini dinletmeyi, zalime eğilmemeği, yeri geldiğinde sükût eylemeyi, en az bir sokak kedisi beslemeyi, merhametin gerçeğini ondan öğrenmişti...

Kabadayılığına hayrandı... 

Veren el olmayı onda görmüştü. Sofranın geniş olmasını, misafire hürmeti aklına onunla yazmıştı... 

En büyük yiğitliğin efendilik olduğunu ondan dinlemişti..

Temiz giyinmeyi, Müzeyyen Senar'ı dinlemeyi onunla sevmişti... 

Baston bile ona başka yakışmış, karizma kelimesi anlam kazanmıştı... 

Şampiyonluk şarkıları o varken daha anlamlı, gol sevinçleri daha başkaydı. Kitap okumayı onda bilmişti...

Kilimin desenlerini saymayı babası onu azarlarken öğrenmişti ama hiç gücenememişti. Çünkü o babasıydı. Hayatın anlamı, bilgeliğin tanımıydı...

Askere giderken çok aramıştı, bir ara hayata küsmüş bayramlara darılmıştı... 

Hele evlenirken yüreği onu çok istemişti. Sadece harçlık alınan bir cep değildi ki baba; danışılandı, dağdı, çınardı, reisti, tecrübeydi, devletti, sığınılandı... 

Biriyle kavga ettiğinde ya da bir çıkmaz sokağın en labirentlisine düştüğünde, yüreğinde kopan fırtınalara güneşli günleri getiren bir devdi...

Sekiz köşe kasketi yoktu ama çatal gibi yüreğe sahipti... 

Bir gün bir şeyler olmuştu hiç beklemediği. Bir işe başlarken en fazla danışılacak mevki, terk-i diyar eylemişti... 

Bayramlarda öpülecek el çekip gitmişti...

Gölgesinden yararlanacağı çınar devrilmişti. Ayrılık başlamış, yoksuzluk kol salmıştı...

Dağlar dumanlıydı. Bayramlar karaydı. Günler zehirdi, bazı günler daha beterdi...

Ormancı türküsünde ki acı daha bir acıydı. Yediği yemek, içtiği su bile tatsızdı...

Çünkü ecel kapıyı çalmazdı...

Gelmesi anlaşılamazdı...

Gitmesi çok büyük tarumarlıktı...

Ölüm son değildi...

Görülecek günler de vardı, sorulacak sorular da çoğalmıştı...

Ölümden öte köy vardı. Umutlar dualarda saklıydı. Mahşer haktı. Cennette kavuşmak en büyük duaydı...

Babasız kalmak; Şehrin en kalabalık caddelerinde bir başına dolaşmak...

Babasız kalmak; En buhranlı anlarında sığınacak bir liman bulamamak... 

Babasız kalmak; Okyanusun ortasında batan bir gemiden kurtulmak için karaya çıkmaya çabalamak... 

Babasız kalmak; En mutlu anında bile anîden nefessiz kalmak... 

Babasız kalmak; Savaşın orta yerinde komutansız kalmaya eşdeğerdi... 

Babasız kalmak; Hayatın kargaşası içinde pusulasız kalmanın ta kendisiydi...

Türkü bitmişti, yoksuzluk devam etmekteydi...
OGÜNhaber